JellyPages.com

Salı, Ağustos 02, 2005

ILUCORIO/ALDATICI...


Bu gece Goldie Hawn'ın 1991 yılında çevirdiği bir filmi izledim. ''Deceived/Aldanış'' uzun zamandır izlemeyi ertelediğim DVD'ler arasındaydı. Damian Harris'in yönettiği filmde 1945 doğumlu Amerikalı oyuncu ''hafif komedi'' yerine bu kez ''gerilim'' tarzı ile çıktı karşıma. Tesadüf eseri tanışıp aşık olduğu, evlenip bir de çocuk yaptığı adamın aslında herkes tarafından bilinen kimliğinin gerçek olmadığı, ailesinin bile öldü bildiği bu adamın yıllar evvel bir uçak kazasında ölen en yakın arkadaşının yerine geçerek karısını bile uyutmayı başardığı acaip bir öyküye dayalıydı film. Özellikle ikinci fasılda artan gerilim ve bu sahnelerde müzik icra eden senfoni orkestrasının başarısı kayda değerdi. Bunun dışında öyle çok ta iz bırakacak bir film olduğunu söyleyemem... Yönetmen New York'ta kar ve yağmurun egemen olduğu bir kış mevsiminde çekmiş filmi, meteorolojik koşulları da film içinde akıllıca kullanmış. Bu sıcak Ağustos gecesinde bile, izlerken hafifçe ürperiyor ve ''camı kapatayım'' diye düşünüyorsunuz. İnsanın senelerce ''kocam'' diyerek sevdiği, üstelik harika bir evlilik yaşadığı adamın aslında ''o adam'' olmadığı, silik bir ilkgençlik döneminde kendine model aldığı arkadaşının yerine geçerek türlü sahtekârlıklar yapması yanında cinayetler de işlediği ''küt'' diye öğrenilirse ne yapılır? Üstelik; bu adam bir trafik kazası sonucu ölmüş ve karısı da hâlâ yasını tutmakta ise! Evet, öykü oldukça karışık görünüyor ama bu karmaşadan izlenmesi fazla zor olmayan, tempolu bir film kotarmış Harris. En azından soğuk içecek ve çekirdek eşliğinde, kucakta kedi çocuklarla hoş vakit geçirtti bana. Goldie'nin tonu değişmeyen, sarı, fönlü saçları ve sevimli yüzü ile de ''gerilinebiliyormuş'' yani:) Ayrıca; filmin büyük bölümünün geçtiği ev de çok hoştu. Filmde güvercin ve kedi kullanmış yönetmen, her ikisinin de gerilimi arttırmak amaçlı olduğunu ve güvercinlerin kanatlarını ''pat pat'' ederek, kedinin de karanlık koridorda ansızın miyavlayıp ayağa takılarak durumu ''gerdiğini'' söylemek gerekli mi, bilemem:) Hoşgeldin Ağustos... Posted by Picasa

Perşembe, Mayıs 19, 2005

Çayın Sultanlığı

Dignidad/Onur Bugün 19 Mayıs Atatürk'ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı... ''Onur'' kelimesi aklıma düştü. Uzunköprü'de bir 19 Mayıs yaşadım. Dünya'nın en uzun taş köprüsüne sahip olan Uzunköprü. Yol boyu çeltik ve buğday tarlaları. Uzunköprü'ye yakın bir yerde, bir benzin istasyonunda verilen çay-çorba molası ve benzin istasyonunun mescit olarak yapılmış ancak pek te kullanılmadığı her halinden belli olan küçük odacığında kimbilir ne kadar zamandır hapis kalmış iri bir gece kelebeği... Duvardaki çiviye asılmış tozlu bir başörtüsünün ve yanında asılı duran uzun tespihin üzerinde kanat çırpmaktayken ilişti gözüme. Demir kapıyı ittim ama açılmadı, sonra çay-çorba servisi yapan kadına gidip anahtarı var mı diye sordum, kuvvetli it, açılır, kilitli değil dedi. Kapıyı açıp içeri girdim, toz kokusu, havasız, uzun zamandır girilmemiş belli. Kelebeğe elimi uzattım, parmaklarıma yürüdü hafifçe, kanatlarını çırpmayı bırakmadı. Dışarı çıktık, güneşe, yabanî otlar ve tek-tük gelinciklerin arasına koydum incitmemeye çalışarak, bir ince dala tutundu, kanatlarını çırpmaktan vazgeçmeden. İyi mi ettim, kötü mü? Bilemiyorum, orada bırakıp döndüm. O havasız, tozlu odada beni beklediğine inanmak çok mu romantiklik olur-du?... Kimbilir?

Cân; ''kahve''ye ''krallığı'' uygun gören fikrim, ''çay''a da ''sultan''lığı yakışır buldu, demek ki kahve daha ''alafranga'' bir kavram, ''çay'' ise ''oriental''... Belki bunda, Fransa'da, Paris'te yıllar önce bir sabah kahvaltısında döne döne çay aramış ancak bulamamış oluşumun etkisi vardır, orada kahve-kruasan ikilisi ile kahvaltı ediliyor ya genellikle. Oysa İngiltere'de, Londra'da durum daha farklıydı, kocaman çay dükkânlarında akla-hayâle gelmeyecek kadar çok çeşitte çay satılıyordu. Kokuları, tadları, renkleri, fiatları farklı türlü çeşit çay içinde kayboluyordun... Çay demlemeye ilişkin bir sürü ıvır-zıvır da vardı tabii, zarif fincanlar, çaydanlıklar, süzgeçler, ilginç kaşıklar, limon çatalları, şekerlikler. Çay saklamak için cam, porselen ya da metal kavanozlar, hâttâ çaya dair yazılmış kitaplar, dergiler vs... Ama bütün bunlara rağmen, çay gene de doğuya özgü birşey olmayı sürdürdü kafamda, kahve ve çayı çatıştırmadan, ayrı ayrı sevmek galiba en iyisi. Zaten; çayın da bir ruhu var, sıcak su ile buluşan kara, ince, kıvırcık yaprakların zarifçe gevşeyip açılması sırasında açığa çıkan ruh, suya önce ince damarlar halinde yayılan, sonra tamamını ele geçiren o benzersiz kızıllık, ve tabii koku. Eline aldığın bardak şeffaf ve inceyse hele, o rengi ve kokuyu daha özel yaşatır sana, ve cam çay bardakları içinde dönen metal kaşıkların sesinde herkese göre farklı öyküler saklanabilir... Bırakalım kahve kendi krallığı içinde hüküm sürsün, çay ise ipek örtüler altında, ağır ve azametli bir sultan olarak daldırsın parmak uçlarını sıcak suya, karıştıkları nokta aynı nasıl olsa:)

Dönelim Uzunköprü'ye... Bayraklar, bir örnek giyinmiş, gösterilerini henüz bitirmiş, terli ve heyecanlı yeniyetmeler, gökyüzü kapalı, güneş yok ama hava serin değil. Bir kasabadan umulmayacak kadar modern ve donanımlı kuaför dükkânı, konsere yetişmek için telâşlanan sanatçıların tepesinde birkaç kişi, fön makineleri, fırçalar, firketeler, sprey dumanı, birbirine karışan parfümlerin tuhaf kokusu, makyaj çantaları açık, içindeki malzemeler ortaya dökülmüş. Üstlerinde henüz günlük giysileri olan sanatçıların baş kısmındaki acaip fark, kafalar başka resimlerden kesilip yapıştırılmış gibi şimdilik. Az sonra herkes giyinecek, spor pabuçların, terliklerin yerini yüksek ökçeli, şık, zarif sahne ayakkabıları alacak, kırmızı, vişne rengi boyalı ayak tırnakları ortaya çıkacak. Pullu, tüllü, renk renk giysi buruşmasınlar diye özenle asıldıkları elbise kılıflarından çıkıp asıl askılarına, bedenlere yerleşecek... Telâş, gecikme stresi, çalan telefonlar, ''haydi, çabuk''lar uçuşuyor havada, kuaför aceleyle krepe yapıp kabarttığı saçlarımı toplayıp siyah firketeleri adeta başıma çiviliyor! Bir taraftan ayakkabılarımı giyiyorum, konseri sunacak olan kişi her zaman ''ilk'' ve ''son'' çıkacak olmanın telâşını yaşıyor çünkü, diğerlerinin daha zamanı var. Başıma sıkılan spreyin sert kokusu, gözlerimi kapıyorum kısa bir an için... Aradaki zaman o kadar kısa ki, adeta tekrar açtığımda stadyumdayım, halk bekliyor, tezahüratlar, alkışlar, elimdeki çantayı kulise bırakıp hemen çıkıyorum. Ve; sahne.

Çoğu kişi bilmez ki; bu tarz konserlerin sahnede görülen kısmı aslında çok azıdır, gösteri kısmı yani, kulisleri kimse bilmez, belki merak edenler vardır ama? Tozlu perdeleri olan, genellikle eski birkaç koltuk ya da kanape konmuş, çoğu kez kenarı kırık ya da çatlak bir aynada kendine son kez baktığın tuhaf geçiş noktalarıdır oralar, birkaç saatliğine yaşayacağın, havasını soluyacağın ve ne kadar sefil de olsa, gene kendine ait bir yer olarak göreceğin, içeride kimse yokken kapısı kilitlenen ve herkesin özel eşyasının, çantasının, ıvır-zıvırının kapıdaki bir görevli tarafından korunduğu özel alandır. Sıran gelinceye kadar bekleyeceğin, hava soğuksa ve şanslıysan birkaç teli atmış, bir-ikisi çalışır durumda olan eski bir elektrik sobası ile ısınabileceğin, daha da şanslıysan beklerken bir bardak çay içebileceğin, yoksa şişe suya talim edeceğin, kimsenin duymadığı konuşmalara, dedikodulara ve kimi kez kavgalara tanıklık eden yerlerdir kulisler. İşin bitince geldiğin gibi aceleyle toparlanıp çıktığın, onca koşuşturmadan ve hareketten sonra derin bir sükûn ve yalnızlığa terk ettiğin yerler. Sigara tablalarında birkaç koyu rujlu izmarit, bir köşede boş su şişeleri, buruşuk kağıt mendiller, boşalmış deodorant kutuları, unutulmuş birkaç eşya, saç tokası, saten bir papyon, bazen kaçık çoraplar, teki düşürülmüş küpe, eski bir tarak, sahnede ele tutuşturulan tek çiçekler, yorgun, boynu bükük... Kimse almayı düşünmez onları, kimileri çelenklerden sökülmüş tahta sapları ile, ortadaki masanın üzerine atılı, öylece kalakalır. Kulislerde garip bir hüzün, ince bir yalnızlık, kenarı kırık ya da çatlak aynaların sırrında saklı duran, boyaları akmış, ağlayan palyaço yüzleri vardır, herkes göremez...

Konser iyi geçti, alkışlar, havada uçuşan çiçek yaprakları, artık neredeyse herkeste olan kameralı cep telefonları ile saptanan anlar, hep bir ağızdan eşlik edilen şarkılar, türküler ve millî bir bayramın coşkusu ile sallanan bayraklar arasında geçip-gitti. Son anonsta herkes çıkış kapılarına yönelmiş olur genellikle, öyle oldu. Toparlanan kablolar, mikrofonlar, kılıflarına yerleşen enstrümanlar, aceleyle toplanıp çantalara bu kez gelirkenki gibi özenle değil, öylesine tıkıştırılan eşyalar, etekleri kirlenmiş, kararmış parıltılı elbiseler, dökülen birkaç pul, payet ve kapısı kapatılıp çıkılan kulis odası. Bir sonrakine kadar... Uzunköprü yorgundu, asırlardır üzerinden geçen milyonlarca araç, insan, kolay değil elbette. Ergani nehri atıklarla kirli, köpüklü, akşam alacasında hüzünlü bir şarkı söyler gibi ardımızda kaldı. Gün yavaşça indi çeltik tarlaları üzerinde, otoban önümüz sıra uzadı, uzadı, ayaklarım ağrımış, yorulmuşum, içim geçti, uyumuşum, uyandım; İstanbul... Nice onurlu 19 Mayıs'lara, kutlu olsun bir kez daha.

Çarşamba, Mayıs 18, 2005

Kahvenin Krallığı

Esperanza/umut. Yeni bir gün, kısmen güneşli ama gene rüzgârlı hava, baharın seslerini dinlemeye zaman zaman engel oluyor rüzgâr, kuş cıvıltılarını alıp uzaklara savuruyor sanki... Kahve, masanın üzerinde, her zamanki yerinde, üzerinden ''kahvenin ruhu'' olan hoş kokulu buğu yükseliyor. Hakan geliyor aklıma; birkaç fincan sert, şekersiz, koyu kahve içmeden beynini güncelleyemeyen, günü başlatamayan Hakan:) Kimbilir nerelerdedir şimdi? Kahvenin Krallığı Columbia'da? Belki... O kendi varlığını parçalara bölüp, uzak coğrafyalardaki türlü kadına dağıtmadan, ve onları da bölüp parçalamadan yaşayamaz ki. Kimi için varolmak, bir bütün olarak varolmak değildir, küçük küçük parçalar halinde serpiştirilmek, başka hayatların içine kırıntılarını dağıtmak, böylece çoğaldığını sanmaktır... Ama; kaçınılmaz yazgı odur ki, sonunda kırıntılarını bile toplayamaz olursun, kaybolur hepsi başka hayatlar içinde, çoğalacağına eksilmiş olduğunu anladığında çok geç olur...

Kahvenin ruhu odaya dağılıyor, kediler uyuyor. Uyku onlar için hayatın kenar süsü falan değil, apaçık bir ihtiyaç, uykusuz kalan ya da uykuyu erteleyen kedi belki de yoktur. Bebek kedilere anneleri bir kertenkele avlayıp getirdi bu sabah, getirip yatağın üzerine bırakmış... Oysa karınları aç değil, yedikleri önlerinde, yemediklerini de zaten sokaktakilere veriyorum, gene de çok heyecanlandılar, ilk kez gördükleri, dışarıdaki dünyadan aparılıp zorla getirilmiş bir canlı, tuhaf görünüşlü, kendilerine hiç benzemeyen birşey? Toprağa ilk kez ayak bastıklarında ve güneş gözlerinin içine ilk kez dolduğunda ne hissedecekler? Alt kattaki yatak odasında, yatağın kenarındaki pembe, plastik çamaşır selesi içinde dünyaya geldiler birbuçuk ay önce... O odada büyüdüler, dünyanın pembe plastik çamaşır selesinden ibaret olmadığını kavramaları çok ta zaman almadı ama, bu kez de odayla sınırlı kaldı dünyalarının boyutları. Giderek o da az gelmeye başladı zaten, koridor, banyo, merdivenler, üst kat, mutfak, salon, balkon ve bahçe... Ve ötesini onlar belirleyecek zaten, sonrasına ben nasıl karışabilirim ki? Büyüyorlar, amansızca, korkunç bir hızla, her gün biraz daha, büyüyorlar... Kertenkele ise artık yaşamıyor, hayatı öğretmek adına, av kavramını tanıtmak için tahtaya tebeşirle çizilen bir resimdi belki, ne avcı anne cezalandırılabilir, ne de avın sunulduğu bebek kediler, doğa her zaman kendi şarkısını söyler...

Kahve bardağının altındaki karton altlık beni şimdiki zamandan alıp, yıllar öncesinin Madrid'ine götürüyor, cadde üzerinde bir kahveci dükkânı, Jamaica... Ahşap merdivenler boyunca dizilmiş, büyük, kalın kahve çuvalları. Ve başlarının üzerinde kahvenin ruhu dolaşan insanlar, avuçları içinde sıcak, sert, koyu kahvelerle dolu, büyük fincanlar. Hava çok soğuk, camlar içeriden buğulanmış, dükkânın kapısından girenler önce burunlarını siliyor, sonra kahvenin ruhuna teslim ediyorlar ruhlarını, o zamanlar euro yok, peseta var henüz, güzel, iç ısıtan, dirilten bir kahveyi ucuza içebiliyorsun. Hayata beş dakika ara verip, Kahvenin Krallığı'na giriyorsun, masanın üzerindeki tahta, küçük çanaklarda duran kavrulmuş kahve çekirdeklerinden birini atıyorum ağzıma, çıtır çıtır çiğnedikçe benliğime yayılan tad ve koku beni mutlu ediyor. Dünya üzerinde yaşayan pekçok insanın hissettiği gibi, sonra aklıma Venedik'teki ''askıda kahve'' hikâyesi geliyor, internette halen dolaşıyor. Düşüncenin hızına yetişmek güç, düşünce ışıktan bir kuş, nerelerden nerelere uçuyor...

Çamaşırlar makinede dönüyor, kediler uyuyor, rüzgâr esiyor. Kahvenin son yudumu hayata beş dakika aranın bittiğini işaret ediyor. Kahve bitti ama, ruhu halen odada dolaşıyor...

Salı, Mayıs 17, 2005

Tırmık İzi/Comienzo...

Hayat; bugün de hafifçe çizdi beni, yıllardır yüzümde taşıdığım, hiç kaybolmayan tırmık izi belki zamanla soldu, belirginliği azaldı ama, ruhuma atılan çiziklerin derinliği niyeyse azalmıyor zamanla... Ey Cân, insan burnunun dibinde uzun zamandır yaşanmakta olan ama ayân edilmesi bu denli güç birşeyi ansızın öğrenirse, ne düşünür, ne yapar, bunu ben söyleyemem sana... Hani ufak bir saksıda, çekingen, küçük çiçeklerini yapraklarının altına saklayarak seninle hayatı paylaşan ama hiç konuşamayan bir menekşen vardır, sen konuşursun onunla zaman zaman, dibindeki tabağa usulca su koyar, yapraklarını aralar, solmasın, küsmesin, çiçeklerini esirgemesin istersin ya... Hani onun suskun hali seni incitir, yanında-yöresinde kendine benzer kimsesi olmadığından o derin yalnızlığı içinde gene de yaprak verip çiçek açarak yaşamını sürdürüyor olması gözlerini yaşartır ya... Birşey olmasın diye gözün gibi baktığın ama yalnızlığını azaltamayacağını hep bildiğin o bir saksı menekşenin dibine, senin haberin olmadan birilerinin her gün, azar azar çamaşır suyu dökmesi gibi düşün, sen yaşatmaya çabalarken, koruyup kolladığını sanırken, yanında olmadığın, olamadığın zamanlarda öldürmeye çalışan bir elin varlığını öğrenmek!... Taşımak zordur bunu, yüzümdeki tırmık izinden bilirim. Üstelik; ben o iz ilk günlerdeki kanlı ve çirkin yırtıklığından kurtuldukça ona alışmış, zamanla sabahları uyanıp aynaya baktığımda yerinde duruyor mu diye arar olmuştum, benim bir parçam olmuştu giderek... Ama; buna alışmak mümkün müdür, insan böyle birşeyi aradan uzun zaman geçtikten sonra ''küt'' diye öğrenince, yani çekingen menekşe yavaşça solarken olan-biteni kulağına son sesi ile fısıldadığında ''ya, demek öyle, e ne yapalım, kader böyleymiş, olan olmuş nasılsa'' diyebilir mi, kestiremiyorum şu an. Sahnesi geldiği için, makyajı tamamlanmamış olduğu halde, gecikmenin telâşı ile sahneye çıkmak zorunda olan bir oyuncu gibiyim, belki kafamdaki replikler tamam ama, çok şey eksik...

''Artık dua etmeyeceğim'' diyorsun, belki de haklısın kendince, ama lütfen bana izin ver, senin etmeyeceğin duaları da ben edeyim. Çünkü Cân; ben halen sırtımı dayayarak oturamam bir yere, orada saplı duran gümüş hançerler birbirine değip canımı acıtıyor. Ama aynada her sabah cesaretle bakarım yüzüme, tırmık izim orada mı hâlâ diye... O da ilkten çok canımı acıtmıştı, ama sonra acım geçti, keskin kenarları giderek incelirken izledim onu, şimdi artık yüzüm çok solgun olmadıkça fark edilmiyor bile, ama aradan seneler geçmesine rağmen kaybolmadı, biliyorum, hep orada kalacak, sessizliğe kaza ile, yanlışlıkla atılmış bir imza gibi... Ve ben gene dua edeceğim, kötülüğün silinmeyeceğini bile bile, aptal bir umutla değil ama, bilmiyorum, anla işte. Varolduğunu hep bildiğim ancak hiç karşılaşmadığım birşeydi bu, babamın ölümü de öyleydi. Ancak; bu durumda kimse ölmediği için, kalanlar nasıl bölüşecek bu ağırlığı, hayatın terazisi ne tarafa kayacak, söylemek zor... Zaman sanırım, gene o önümüz sıra koşup ateş kızılı yelelerini savuran ve yüzünü hiç göremeyeceğimiz büyülü at, o koştukça tozlar savrulacak, sonra da tozlar tozlara, küller küllere... dediği gibi filmlerdeki rahiplerin, öyle olacak herhalde. Son sigaram da şimdi bitti...