JellyPages.com

Çarşamba, Ekim 18, 2006

Advertencia/ Uyarı...


Şşşşşşt, durun bir dakika, size söyleyeceklerim var, aloooo, kime diyoruuum?..

Size ilk söylendiğinde önce şaşırıyorsunuz, hiç te beklediğiniz bir durum olmuyor genellikle, ne kadar konuya vakıf olsanız da...

Şaşkınlık devresi inanamama durumu ile de karışabiliyormuş doktorların söylediğine göre, ''nasıl yani, ben mi, hadi canım siz de, daha neler'' vaziyeti az rastlanır birşey değilmiş.

İşin bundan sonraki kısmında, yani ikna olup inandıktan sonra öfke duyulabiliyormuş tabii, herkese ve herşeye yönelik bir öfke, atlatılması zor olan aşama belki de bu çünkü kişinin bizzat kendine, yakın çevresine ya da kaderine karşı duyduğu öfke ve isyanın sonrası...

Depresyon, evet... ''Evet ama neden ben?'' dönemi. Bu dönemde psikolojik yardım alınması gerekebiliyor. Hastanın yakınları için de epey güç bir aşama bu, çünkü bu tarz depresyon tek başına yaşanan birşey değil genellikle. Tanı sonrası birçok hasta depresyona girerken yakınlarının da benzer duygu bozulmaları yaşadığı sıkça gözleniyor.

Akıbet başa gelmiş; üzülmek, haykırmak, tepinmek, öfkelenmek, inkâr etmek, inanamamak, ağlamak, hata aramak, suçlamak falan sırasıyla yaşanmış bitmiş. Artık durumu sükûnet içinde kabûl ederek gerekeni yapma zamanıdır, buraya kadar hasta kaprisi hakkınızı kullandınız varsayalım, üzgünüm ama bundan sonrası için artık bu duygu durumları hiçbir işinize yaramayacak. Çabuk toparlanın derim.

Peki; bütün bunların hiç yaşanmaması ihtimali yok mu? Elbette var, olmaz olur mu? İyisi mi siz kendi kulağınızı baştan kendiniz çekin ve bilin; kanserin her türü sinsidir ve erken teşhis edilmezse ölüme yol açar. En kolay teşhis edilen kanser türlerinden biri meme kanseridir. Her kadın kendi kendine yapacağı muayene ile şüpheli kitleleri doktorlardan önce farkedebilir ve müdahale edilmesini sağlayabilir. Ayrıca 40 yaş ve üzerindeki kadınlar yılda bir kez mammografi çektirmeli, memelerinde meydana gelen ve alışılmış olmayan değişimlerin üzerinde mutlaka durmalıdır. Ultrasonografi tek başına meme kanseri tanısı için yeterli değildir, bunu aklınızdan çıkarmayın.

Her dört kadından birinde görülme olasılığı olan ve oranı giderek yükselen meme kanserine karşı hem siz tetikte olun, hem de yakınlarınızı ve çevrenizi uyarın. Kadınlarda en yaygın kanser türlerinden birinin meme kanseri olduğunu, her kanser türünde olduğu gibi meme kanserinde de erken teşhisin hayatî önem taşıdığını, teşhis için biopsi, kimi ağrılı tetkikler ve ufak ameliyatlardan asla kaçınılmaması gerektiğini, eğer meme kanserine yakalanmışsanız ''mastektomi'' denen meme çıkarılması ameliyatının hayatınızı kurtarabileceğini ve bunun bir kadının bittiği yer olmadığını, ancak sağlıklıysanız güzel olabileceğinizi sakın unutmayın. Sadece siz öğrenmeyin, çevrenize de öğretin ve uyarın. Sağlıkla...

Pazar, Ağustos 27, 2006

Testigo/ Tanık...

''Ben egom değilim; egom yalıtılmış ve yalnızdır. Ben kişiliğim değilim; kişiliğim ilişkilerin bir birleşimidir. Ben değişmez gözlemciyim...''
Derindeki Yara/Deepak Chopra

Gözlüyorum şu sıra; herşeye tanıklık ediyorum. Gece sessizliğinde küvete damlayan suya, uykusunda iç geçiren kedinin soluğuna, giderek kararan gümüş kolyeye, yatağın köşesine çarpıp kırılan ayak tırnağıma, doluyken boşalıveren ve hiç sonu gelmeyecekmiş gibi görünen turuncu-beyaz ilaç kutularına, ahşap basamakların gıcırtısına, duvarda öylece duran tombul sivrisineğe, birden çıkıp perdeleri havalandıran esintiye, içimdeki basıp gitme isteğine... Telefonlar çalıyor durmadan, artık kim aramış diye de bakmıyorum. Hastayım; bu durumun kendine özgü yasaları var. Sıradışılığı gözlüyorum, zamana tanıklık ediyorum. Ve kepenklerin yeniden gümm diye ineceği o zamanı bekliyorum. Narkoz. Karanlık. Zamandan ve zeminden kopuş. Sonrası? Yazara bırakalım, o senaryosunu nasıl biçimleyeceğini bilir. Ben şimdiki zamandayım, tanıklık ediyorum, gözlüyorum. Ve ''mış''lı geçmiş zamanları özlüyorum...
Posted by Picasa

Cumartesi, Ağustos 05, 2006

Ayudante/ Yardımcı...


Yattığım yer neredeyse pencereye bitişik, gün doğumundan akşam alacasına, karanlık geceden şafak sökümüne kadar zamanın tüm renk ve boyutlarını gözleyebiliyorum buradan. Tahliller için servis servis dolaşmadığım zamanlarda ya da diğer koğuşlarda değilsem yatağımdayım. Düşünmek için çok zaman var. Düşünüyorum; düşünürken bazen pencereden giren ışıkla oynuyorum. Akşama doğrulardan birinde kolumu pencereye uzatmışken Michelangelo geldi aklıma,
''Capella Sistina''nın tavanına nakşettiği o muhteşem resmin detayı, ''Hands/Eller'' bölümü. Burada Tanrı'nın benim başparmağıma dokunan parmağı gözle görülemiyor ama orada aslında, bu tür uhrevî meseleler dijitallikten hoşlanmıyor bana kalırsa. Ben uzattığım ele doğru uzanan ve parmak ucuma dokunan o gücü hissediyorum, Vatikan'da, Sistin Şapeli'nde de hissetmiştim. Yanımda kimse yoksa bile O mutlaka var, bunu biliyorum...

İyileşeceğim ve gideceğim. Hastaneden ve Ankara'dan değil yalnızca, meftûnu olduğum kraliçe kentten ve bu ülkeden de gideceğim. İstanbul ile aşkımız sona erdi artık, onu asıl sahiplerine bırakacağım, daha fazla kurtarmaya uğraşamam, beni aşıyor. O devrik kraliçeyi duvar diplerine işeyen, nara atan, sokaklara tüküren, hafta sonları deniz kıyısına sülalece koşup denize sırtını dönerek duman dumana et pişiren, çocuğunu manolyaların dibine çömdürüp çiş-kaka yaptırtan, geride karpuz kabuğu, naylon poşet, pet şişe ve bütün diğer sefil kalıntılarını bırakıp bir sonraki hafta sonuna kadar çekip giden, pencereden, balkondan halı silkeleyen, kendi ürettiği pislik ve rezalete hiç bakmadan kediyi, köpeği, kuşu ve diğer cümle mahlûkatı hayatında istememeyi şehirlilik sanan, askere adam gönderirken ya da düğünlerinde ancak 25 YTL.lik Eminönü altgeçidi işi kuru-sıkısıyla havaya manyak gibi ateş ederek sevincini ifade edebilen, solaryumda kararmayı ve manken insanları ile aynı ton sarıya kafa boyatmayı sosyetiklik sayan, moda olan ne halt varsa alıp, parası yetişmezse ucuz taklidine fit olup sahteliği paçalarından aka aka ortalıkta salınan, tektipleşmeyi, kitabını, filmini buna göre seçmeyi ''trendy''lik zanneden, sûreti ile kafası arasında millerce mesafe olan, jipi, fiyakalı cep telefonu, markalı gömleği-pantalonu, ''cadde'' gürûhunda raconu olan ve fakat kafasının içi tın tın, maneviyatını ne zaman kaybettiğini dahi hatırlamayan, vicdanını nerede düşürdüğünü bilemeyen, merhameti de boku püsürü gibi kanalizasyondan akıp gitmiş, insanlığını da bol soğanlı,isotlu kebap gibi çiğneyip dişlerinin arasından tırnağı ile çıkartmış, genel tuvalette sifon çekmeyen, el yıkamayan, diş fırçalamayı haftada bir yapılması gereken bir şey olarak gören, trafik, yaya, sürücü, kentli, köylü, hasta, doktor, esnaf, sanatçı, sporcu, politikacı, eğitici ve bırakalım bunları evvelâ ''insan'' olma adabından habersiz ''sürü''ye bırakmaktan söz ediyorum yani. Onlar otursun İstanbul'da, havasını onlar solusun, suyunu onlar içsin! İyileşeceğim ve gideceğim, sınırların dışına çıkacağım, hiç aramayacağım, özlemeyeceğim. Nereye gitsem karşıma çıkan bu sarsak, aptal, kimliksiz, niteliksiz insan modeli ve onun yarattığı sistem artık hasta ediyor varlığımı, ''kanser ettiniz ulan beni'' diye bağırsam ne değişir, istesem de kalamam zaten. Şu hep söylenen ''geçmişi sevgiyle bağışla ve serbest bırak'' hikâyesi bu memleket için geçerli değil kardeşim, o huzurun ve iyiliğin hâlâ varolduğu yerler için söylenmiş. Şimdi iyileşmeyi bekliyorum; elimi ışığa doğru uzatıp Tanrı'nın yardımcılığını diliyorum, parmağımın ucuna dokunan o güçle düzelecek herşey, biliyorum. Ne ilaçlar, ne doktorlar, ne de başka hiçbir şey bu kadar ''yardımcı'' olamaz bana içinde bulunduğum şu hâl içinde, fotoğrafta görünmüyor belki ama ben O'na dokunuyorum. Ruhuna rahmet olsun be Michelangelo usta; asla aklına getiremeyeceğin bir yerde, bir hastane odasında iyileşmeyi bekleyen bir hastanın parmak ucundasın işte, ben asıl buna derim evrensellik diye, parçadan bütüne, bütünden kimbilir nereye?..


(*) Yukarıdaki fotoğrafı unutmayın, herşeyi yoluna koyup gitme vakti geldiğinde parmağımın ucunda gidilecek coğrafyanın resmini göreceksiniz. Sevgili ''gecea'' gene göstermiş hünerini, yaptığı kolaja bayıldım:) Eski reklâmlardan birinin sloganı gibi: ''Sağolasın gecea...'' Posted by Picasa

Perşembe, Ağustos 03, 2006

Galera/ Hastane koğuşu...


Zaman farklı akıyor burada, dışarıdaki kadar hızlı değil, tuhaf bir ritmi var. Gün sabah 06.00'da başlıyor Ankara Numune Hastanesi 2.Cerrahi'de, ''Handan Demiralp, saat 10.00'da ultrasonun var, aç kalacaksın, su içebilirsin'' diyor koğuş görevlisi. Öğle yemeği normal saatte, akşam 17.00'de de akşam yemeği servisi başlıyor. Biraz pilav, salata, yoğurt, çünkü diyet sebze de kıymalıymış bugün, yerine yoğurt veriliyor bana o yüzden. Vejetaryenlik kurallarıma mönü uydurmanın başka yolu yok. Kol damarlarım bitik vaziyette, elden giriliyor artık. Yatağımın yanındaki pencereden Ankara görünüyor, ışıklı, huzurlu. ''Uykunda konuştun bir ara'' diyor koğuş arkadaşım Nilgün, ''öyle mi'' diyorum, ''konuşmuşumdur, işim bu ya benim''. Gülümsüyoruz karşılıklı, susuyoruz sonra. Hastane koğuşunda zaman damlıyor adeta, akmıyor. Geceler uzun mu uzun, altı kalın naylonlu hastane yatağı sıcağı üçe katlıyor, ter basıyor sık sık. Kolonyalı mendil ritüeli var, tekrarlanıyor habire. Yan koğuşta yatan kanserli adamın ''Ankara Misket Havası'' melodili cep telefonu sürekli çalıyor, oynak dijital melodiye adamın hıçkırıkları karışıyor. Herkesin her halükârda sustuğu bir yer var gene de, uyku acıları örtüyor. Gece vizitine kadar uyumalı biraz, ateşim normal, tansiyon fena değil, durum idare eder. İçimde habire dönüp duran aynı ilâhî anons: ''Bu da geçer Yâ Hû, bu da geçer...'' Posted by Picasa

Çarşamba, Temmuz 19, 2006

Pasaje/ Geçit...

Yarısını tuttum
çocuk doktoru
olmamı isteyen anneme
hasta yatağında verdiğim sözün
doktor olamadım ama
çocuk kaldım...

Sunay Akın/ Kaza Süsü

Oysa büyüyor çocuk olan herşey zamanla; büyümek belki de en acımasız, en hoyrat tarafı zamanın. O pek meşhur ''içteki çocuk'' giderek daralan bir alana sıkışıp kalıyor sonunda, ''yapma bakiym'', ''sus, otur'', ''akşam baban gelince görürsün sen'' ler arasında bir avuçluk evcilik alanı kalmış ise ne âlâ. Ve sonra; hastalıklarla tanışıyor büyüyen varlık, belki o zaman kavrıyor hastalık denen şeyin her zaman kızamık şekeri kıvamında, şımarık ve nazlı bir ateşten ibaret olmadığını. Ateşli alınlara dokunan serin ana-baba eli elbette çok daha iyidir diye düşünüyor insan doktorların damarlarına batırıp çıkardığı şırıngalardan. Ve bedeninde olan bitenleri kavrayamadığı, sebebini anlayamadığı zaman dönüyor o masum ve geçici çocukluk hastalıklarındaki haline. Bu defa konu alındaki el ile halledilemiyor lâkin; ''kuşku'' diyorlar, ''ameliyat'' diyorlar, ''hastaneye yatacaksın'' diyorlar adama, ''hadi yaa, o da nedenmiş'' kısmını çabuk geçmek gerekiyor bu kez, hastalık karşısında zaman ''aman'' falan dinlemiyor...
Girne sahilinde bıraktığım ayak izlerimi çoktan silmiş olmalı Akdeniz, haklı tabii, değişmek gerek, hiçbir şey varolduğu ''an''da kalamaz. Ben de değişmek zorundayım, yüklerimden kurtulmak, kendime dert ettiğim ne varsa tek tek gözden geçirmek, belki önceliklerimi değiştirmek, artık kendimi daha çok önemsemek zorundayım. Zaman bana bunu emrediyor şimdi, ''yoksa''ların yok edilme vakti. Kısa bir süre sonra uzanacağım ameliyat masasından beynimi ve varlığımı ağırlaştıran, bana ait olmadığı halde bende varolmakta ısrarlı ve doktorların ''kuşkulu'' dedikleri o şeyden kurtulmuş olarak kalkmayı diliyorum. Bir geçit var önümde, öyle ya da böyle geçmek zorundayım. Elimi tutup ''korkma, yanındayız'' diyen, bana sarılıp enerji ve güç veren, ''neler neler geçti, bu da geçer yâhû'' diyerek hastalığıma meydan okuyacak direnci kazandıran tüm sevgili ''dost''larıma inşallah sağlıkla geri döndüğümde gönlümce teşekkür edebileceğim. Şimdi ne desem boş çünkü. Bir de ''dost'' kılığına girmişlerim var tabii, onlar yüzüme ''ah vah'' edip daha önce yaptıkları gibi yokluğumda ardımdan konuşacaklar. Olsun, hepsini şimdiden affediyorum. Onlar da tekamüllerinin daha üst boyutuna geldiklerinde, zor sınavlardan geçip başka bir noktaya ulaştıklarında anlayacaklar nasılsa, zamana bırakıyorum. Anladım ki; ''kötü''yü silip yok etmek benim harcım değil, hükmedip yargılamak ise hiç değil. Cezayı büyük sistem tayin eder ve mutlaka uygular. ''İyi'' iyiyi, ''kötü'' kötüyü çağırır, bunlar hep birbirini ve benzerini çoğaltır. Şimdi; siz sevgili okuyucularımdan bir isteğim var. Elbette burayı okuyan herkesin eşit derecede ''sevgili'' olmadığının da farkındayım, çünkü düşmanlarım dostlarımdan daha ilgili takip ediyor yazdıklarımı, daha hırsla okuyor onlar, sözüm bu yüzden sadece ''sevgili'' olanlaradır. İçinizde akıp çağlayan, devinip çoğalan ve hep varolduğuna inandığım o ''iyi'' enerjiyi gönderin bana, kiminiz dualarıyla, kiminiz düşünceleriyle, kiminiz sözcükleriyle yapabilir bunu, biliyorum. Bu dar geçitten geçerken ihtiyacım olan tek şey bu. Başka hiçbir şey istemiyorum. ''İyi''yi çoğaltacağınıza, ''iyiliği'' büyüteceğinize inanıyorum. ''Kötü'' var ya; uğraşırken bazen eline bulaşıyor insanın, yıka yıka çıkmıyor. Ben elimi yıkayabildiğimi sanmıştım, meğer becerememişim, ''kötü huylu'' dedi doktorlar. Şimdi benim içimde ''iyi'' ile ''kötü''nün savaşı var. ''İyi''nin kazanmasını isteyenler, biliyorum, yanımdasınız. Diyelim ki ''kötü'' kazandı, olur ya; (bilirsiniz, hayatımızda kötünün iyiye galebe çaldığı zamanlar ve durumlar da yok değildir) o zaman da söz verin bana, kumsaldaki ayak izlerini benim adıma hep saklayacaksınız. Siz benim ne demek istediğimi herhalde anlarsınız. Anlaştık mı?... Posted by Picasa

Çarşamba, Haziran 28, 2006

Conversaciõn/ Söyleşi...

- Eskisinden çok daha fazla çalışmak mecburiyetinde kalıyorum, gerçekleri görmemekte ısrarlı olanlara gerçekleri anlatmam lâzım, bu nedenle sık sık seyahat ediyorum. Emekli olduğumda rahat edeceğimi sandım ama hiç te öyle olmadı...

- ''Megali İdea'' eskisinden çok daha güçlü olarak yaşamaktadır, kimse kendini kandırmasın!..

- Bekir Coşkun'u severek okuyorum. Basın önüne köpeğimle çıkmaktan hiç çekinmedim, niye çekinecekmişim ki? Hayvan sevgisi insan sevgisi ile denktir, birini sevmeyen diğerini zaten sevemez!..

- Kıbrıs'ta tek bir millet yok, iki ayrı halk ve hükümet var. Bu niçin anlaşılmıyor hâlâ? Şaşıyorum...

- Türkiye Kıbrıs'tan çıkarsa Kıbrıs'ta Kıbrıs Türkü azınlık olur ve Kıbrıs Yunan adası haline gelir. O zaman da Türk ordusu bayrağını sancağını dürerek, şehitlerin kemiklerini torbaya koyup Anadolu'ya başı eğik döner!..

- Kıbrıs'ı vermekle Türkiye AB yolunda hiçbir şey kazanmayacaktır...

- Kıbrıs Rumu Yunanistan ile birleşmiş, AB'ni de arkasına alarak Kıbrıs Türkünü kolonize etmek istemektedir. Buna cevap kesinlikle ''HAYIR'' olmalıdır!..

-Tekne ile Türkiye'den gizlice ayrılıp neden Kıbrıs'a gittim? Kaza eseri Rum tarafına çıktığımda neler oldu? Beni niçin tanımadılar? Kimliğimi açıklamak zorunda kaldığımda neler düşündüm? Rumlar beni geri vermeselerdi Kıbrıs'ı bilemem ama bana neler olacağını gayet iyi biliyordum. Rum komutan çeşmeden su içerken elime niçin vurdu ve su içmemi engellemek istedi? Silahımı çekip önce arkadaşlarımı, sonra da kendimi vurabilirdim, neden yapmadım?..

- Benim acılarımı yaşamaya fırsatım olmadı ki, küçük oğlumun cenazesine bile yetişemedim...

-Hâlâ çok okuyor ve fotoğraf çekiyorum. Yorulmadım. İnsanoğlunun çiğ süt emmiş olduğunu ilk nerede ve nasıl öğrendim? Tekir kedime ne oldu?..





Bu heyecanlı röportajın tamamını dinlemek için...

Pazartesi, Haziran 26, 2006

Aguel lugar/ Orası...

Otomobilimiz bahçe içinde, eski tip, tek katlı şirin bir evin önünde durdu. ''Ne güzel ev'' dedim, ''niye geldik buraya biz?'' Meğer burası çocukluğumdan beri belleğimde duran o meşhur banyo fotoğrafının çekildiği yermiş, yani ''Barbarlık Müzesi''. Odalarında Kuzey Kıbrıs'ta yaşanan olaylara ait sarsıcı fotoğraflar sergileniyor. Eve girdiğinizde burada yaşananları bilmeseniz sakin, huzurlu bir aile evini ziyaret etmekte olduğunuzu sanabilirsiniz. 1963'ün Aralık ayında yaşanan olayın duvarlardaki izleri bozuyor bu genel sükûneti, ev sessiz, sakin. Herhalde o gece kapı tekmelendiğinde de öyleydi, çocuklar uyumaya hazırlanıyordu. Babaları görevdeydi, evde anneleri, komşuları birkaç hanım ve ev sahipleri vardı. Hayatın ritmi onlar için ansızın ve geri dönüşsüz bir şekilde değişti, çünkü orada, o gece öldüler. Ağır yaralı kurtulanlar vardı; mahalleden komşular Işıl Cankan, annesi Ayşe Cankan (2 İrfan Bey Sokak'ta, yani katliam evinin bulunduğu yerde bir bakkal dükkânı işletiyorlarmış hâlâ, görüşme fırsatım olmadı), Növber İbrahimoğlu ve Hasan Yusuf Gudum. Sonuncu kişi uzun süre yaşadı, tuvalette kurşunlanan eşi Ferdiye Gudum'un ve diğer hane halkının öldürülüş hikâyesini bu evi ziyaret edenlere anlattı, o geceyi yaşayan ev sahibi Hasan Yusuf Gudum amca da hayatta değil artık, üç sene evvel vefat etmiş, eceli ile ölmüş. Yedi odalı bu evin bir odasında ikamet etmesine izin verilmiş daha sonra, 1966 senesinde ''Barbarlık Müzesi'' olarak ziyarete açılan evde yani aslında kendi evinde ölümüne dek yaşamış ve gelenlere bizzat rehberlik etmiş Gudum, ben yetişemedim kendisine:(

Fotoğraflarda siyah çerçeve içine alınmış yerler o geceden kalma kurşun delikleri, küvetin ön kısmındaki siyah çerçeveli bölümde ise kırk küsûr yıldan bugüne kalabilmiş kan izleri seçiliyor. Tavanda camla kaplı bir kısım var, öldürülenlerden birinin parçalanan beyninden geriye kalanlarmış çünkü bu banyoya olaydan sonra girenler tavandan kan pıhtıları ve et parçaları sarktığını anlatıyor tarihî belgelerde. Küvet, ortadaki sabunluk ve eski model termosifon aynen muhafaza ediliyor, katliam fotoğrafına dikkatle bakarsanız göreceksiniz. Bu banyonun hemen yanında yer alan küçük tuvalet kısmındaki sifon kurşunlarla parçalanmış, parçaları orada duruyor. Tuvalete saklanan ev sahibinin eşi Ferdiye Gudum burada taranarak öldürülmüş. Hemen yan taraftaki holün sonunda o günden kalan kanlı bornozlar, terlik ve şahsî eşya sergilenmekte. Ferdiye hanımın (bazı kaynaklarda adı Feride olarak geçiyor) ölürken ağzından fırlayan kırık takma dişler ve bir parça siyah saçlı, kanla yapışık kafa derisini görebiliyor ziyaretçiler, muhtemelen o da duvara yapışık bulunmuş...

İngiliz Daily Express gazetesinden Rene McColl ve Daniel McGeachie ile birlikte Ömer Sami Coşar ve belki birkaç kişi daha cesetler henüz oradayken fotoğraf çekmişlerdi. Çok zor koşullarda Kıbrıs dışına çıkarılan bu fotoğrafların ulusal ve uluslararası basında manşette yer alması elbette gecikmedi. Ailesinin yok olduğu kendisine bir türlü söylenemeyen Dr.Binbaşı Nihat İlhan da sonunda kötü haberi aldı, evine girmesine izin verilmedi. Ailesinin cenazelerini uçakla Türkiye'ye götüren İlhan onları son kez, toprağa verilmeden önce gördü. Eşi Mürrüvet hanımın yüzünde kırık bir gülümseme olduğunu, çocuklarının ve eşinin yaralarından olayın üzerinden beş gün geçmiş olmasına rağmen hâlâ kan sızdığını ve buna kıyamayan Dr.İlhan'ın kurşun deliklerini pamukla tıkayıp ailesini eliyle yıkadıktan sonra alınlarından öpüp toprağa verdiğini kendisi ile daha sonra yapılan bir röportajdan öğreniyoruz. Dr.İlhan ailesinin cenazeleri ile oradan ayrıldıktan sonra bir daha ne Kıbrıs'a, ne de Kumsal Mahallesi'ndeki o eve adım atmadı. Ankara'daki evinin bahçesine diktiği dört fidana eşinin ve çocuklarının adını vererek her sabah onlara ''günaydın'' deyip sulamadan günü başlatmadı...

Bana gelince; o banyonun kapısı önünde uzun süre dikilip kaldım. Güç almak için dayandığım duvarda, elimi koyduğum yerin hemen altında bir kurşu deliği bana bakmaktaydı. ''Nedenini sen de bilmiyorsun, değil mi?'' dedim ona, ''nereden bileceksin ki?'' Sustu kurşun deliği, utandı, konuşmadı. Yeşil boyalı duvarlara çarpıp yankılandı karşılıklı suskunluğumuz. Gözlerimi kapadım sıkı sıkı, yeniden açtım sonra, aynıydı banyo, sakin, suskun, dilsiz. Hiç büyümeyecek o çocuklar ve üzerine düşüp kaldıkları anneleri, küvetin kenarından sızan kanlar, kurşun sesleri, barut dumanı, kırık camlar, dökük sıvalar, hiçbiri yoktu artık. Bir Ağustos böceği şarkı söylüyordu evin bahçesinde, açık camlardan içeri doluyordu inatçı, kesintisiz şarkısı. Cehennem sıcağı bir öğle sonrasını yaşıyordu Lefkoşa. O fotoğrafın çekildiği banyoda ben de fotoğraflarımı çektim ve işte, paylaşıyorum buradan. İntikam adına, öç adına hatırlanmasın sadece lûtfen, savaşın anlamsızlığı ve acımasızlığı üzerinde düşünülsün, ders alınsın. Kimbilir, belki birgün?.. Kumsal'daki evden çıktım, güneş gözümü kamaştırdı. Havada limon çiçeği kokusu vardı belli belirsiz, Ağustos böceği şarkısını sürdürmekteydi. O eve hüzünle veda ettim, ''orası''nı ise hiç unutmayacağım kesin...

Bañera/ Küvet...

''Kanlı Noel'' olarak tarihe geçen seneyi ve Kıbrıs'ta, Kumsal Mahallesi'ndeki evde yaşananları çoğunuz biliyor olmalısınız. Ayrıntıları bilmeyenler belki vardır ama en azından bu fotoğraf kalmıştır belleklerde diye düşünüyorum. İşte ben o banyoya girdim, o küvetin yanına kadar gittim. Boştu küvet, hafif sararmış fayanslarıyla banyonun kapısında donup kalan bana bakıyordu, hiçbirşey konuşmadık, öylece bakıştık karşılıklı. Sonra ben geri geri yürüyerek çıktım o banyodan, belki de aslında çıkamadım, orada kaldım. O ev yani bugünün ''Barbarlık Müzesi'' ve o banyonun bugünkü fotoğrafları çok yakında, ''Tırmık İzi''nde... Posted by Picasa

Perşembe, Haziran 22, 2006

''Ateşten Geçen Adam'' ve...

Kişisel tarihime özel harflerle kaydedilen, benim için çok önemli, çok anlamlı ve çok keyifli bir röportaj yapma fırsatım oldu Lefkoşa'da. Sevgi, hüzün, acı, mutluluk, onur, kırgınlık, merhamet, cesaret, yalnızlık gibi birçok insanî duygu ile nakışlanan, tarih içinde karanlık zamanlardan aydınlığa, aydınlıktan yeniden karanlığa uçan, kimi zaman kilitlenen, kimi zaman ise su misali akan olağanüstü bir söyleşi. Evlât acısından hayvan sevgisine, esir düşmekten müzakere masasını terketmeye kadar geçmişindeki hemen herşeyi ''Kıbrıs davası'' ile yoğurup anlattığı görkemli ve sarsıcı hayat hikâyesi; O'nunla birlikte ''ateşten geçilen günler''e yolculuk, büyük yalanları, diplomatik ayak oyunlarını, kocaman iftiraları, korkunç zûlümleri ve haksızlıkları bu defa O'nun omuzu üzerinden görmek, bir de O'nun tarafından bakmak ''Kıbrıs'a...
Muhteşemdi, fotoğraflar ve röportaj kaydı pek yakında bu sayfada; bekleyin, başka hiçbir yerde bulamayacağınız bu çok özel röportajı paylaşın...

Cuma, Haziran 02, 2006

Universi Dominici Gregis/ Tanrının Bütün Kulları...

Evet; başlık bu kez Lâtince, arada değişiklik iyidir, değil mi ya? Sağlık sorunlarım sebebi ile bir süre yazamadım ama bu düşünmediğim anlamına gelmiyor kuşkusuz. Uzun süren tetkikler beni epey yordu, asıl sorunumun aşırı yorulmaktan kaynaklanıyor olduğu da ortaya çıktı. Demek ki; ben durduğumu sandığım zamanlarda da duramamışım pek, fren sistemini gözden geçirmek gerekiyor sanırım!..

"İnsan vücudu" üzerinde çok daha öncelerden düşünmeye başlamış bir üstadın çizimlerini aldım sayfaya çünkü bu tetkikler sırasında ben de kendi vücuduma anatomik açıdan bakma fırsatı buldum. Her zamanki gibi kafam karıştı tabii, tıpkı Da Vinci gibi...

Kişi herhangi bir rahatsızlıkla karşılaşmadan önce vücudunun içinde neler olup bittiğini pek düşünmez, bu olağanüstü sistemin nasıl işlemekte olduğu üzerine kafa yormaz. Bedeninin farkına varabilmesi için bir rahatsızlık duyması gerekir, hariç zamanlarda o kendisinden bağımsız birşey değilken hasta olduğunda sanki bedeni farklı bir kavrama dönüşür, oradan oraya hoyratça taşıdığı vücudunun artık başka bir anlamı vardır kişi için. Buna odaklanır, merak eder içinde neyin yolunda gitmediğini ve kendi bedeni içinde tuhaf bir yolculuğa çıkar...
Doppler çekimi sırasında kendi damarlarımı ve kan akış sistemimi gördüm. Damarlarımla daha önce bu anlamda bir karşılaşmamız olmamıştı, açıkçası onları pek te aklıma getirdiğimi söyleyemem. Hani varlıklarını bilirdim de, hiç tanışmamıştık. Neyse; insana ilginç geliyor kendi içine bakmak. "Vay be" diyorsun, "demek ben bunları hep sürüklemişim kendimle birlikte, atarı ayrı, topları ayrı kıvıl kıvıl bir ağ varmış meğer içimde!" Oradan oraya belli bir denge ve sıra ile akan kanıma baktım ekranda, altına müzik döşenebilecek bir görüntü doğrusu, sonra otur izle, "pes valla" de, o cinsten bir durum yani. İletken jelin yapış yapışlığı biraz rahatsızlık verse de, serüven gayet heyecanlı idi, hiç sıkılmadım. Hergün çok sıradan bir tavırla sifonu çekip unuttuğum idrarımı kıymetli bir sıvı olarak elimde taşımak, akciğer grafisi sonuçlarıma "anaaaa!" nidası ile bakmak, damarlarımdan çekilen bir tüp kanı sedimantasyon tetkiki için cebime koyup götürmek falan, hem tuhaf, hem de oldukça eğlenceliydi. Sonuç mu? Efendim; fazla yorulmak, oradan oraya zıplamak yok, oturup ayağını uzatacaksın. Fazla ayakta kalmayacak, uzun süre hareketsiz de oturmayacaksın. Damarlarınla iyi geçineceksin, onlara saygı duyacaksın. Kafanı toplayacak, ona buna sıkılmayacaksın. Bir çember çizip ortasına kendini oturtacaksın, biraz bencil olacaksın. Hadi yaaa, nasıl yapılır ki bu, hiç bilmem? Anlaşılan artık öğrenme zamanı gelmiş, el mecbur öğreneceğiz. "Tanrının Bütün Kulları" arasında varolmanın dayanılmaz ağırlığını biraz hafifleteceğiz. Biz dengeyi tutturamamışız, bölünmüşüz, parçalanmışız bir miktar! Da Vinci usta da asıl şifreyi insan vücudunda aramıştı bence, işte o kadar...

Pazartesi, Mayıs 01, 2006

La ciudad de angeles/ Melekler şehri...

Her sokakta, her ''piazza''da, şapellerde, katedrallerde, çeşmelerde, bahçelerde, evlerin, binaların çatısında onlar var. Belli ki çok uzun zamandır oralardalar, lâkin hallerinden hoşnut görünmekteler, bu çok eski Avrupa kentinin evsahipleri de denebilir onlara, onlar Roma'yı süsleyen melekler...

Hani seslenseniz sanki dönüp bakıverecekler, kiminin yüzünde çok eski hüzünler, kiminde belli belirsiz gülümsemeler, bazen tavan resimlerinde rengârenkler, bazen taştan heykeller, hani ansızın karşılarına çıksanız sanki kanat çırpıp uçuverecekler. Onlar Roma'yı bekleyen melekler...

Sizi onlar karşılıyor, dolaştığınız heryerde eşlik ediyor, adeta peşinizi hiç bırakmıyorlar. Hiçbiri ötekine benzemiyor, elleri, duruşları, bakışları farklı. Uzun, çok uzun sürmüş nöbetlerinden memnun öylece bekliyorlar. Yaşlarını hiç umursatmayan bir güzellikleri var, önlerinden akıp giden tarihi, bugünü ve geleceği izliyorlar. Yüzyıllar boyu üzerlerinde biriken bakışlardan rahatsız görünmüyorlar, milyonlarca fotoğrafa konu olmak yormuş değil onları, bulundukları yerden sessizce zamanın kaydını tutuyorlar. Giderken sizi gene onlar uğurluyorlar. Onlar gezginlere Roma'yı anlatıyor, yol gösteriyorlar. Onca çok olmalarına rağmen hiç bıktırmıyorlar üstelik, bu şehirde onlara rastlamak şaşırtıcı bir durum değil, gayet sıradan, gündelik...

Bazılarının sûretini karartmış zaman; ne savaşlar, ne yıkımlar, ne şenlikler görmüşler, yağmurlarla yıkanmış, rüzgârlarla üşümüşler ama terketmemiş hiçbiri yerini. Utandırmadan üzerlerindeki sanatçı elini, vefakâr bir tavırla saklamışlar hep görüp geçirdiklerini. Asıl konunun kenar süsü olmaktan gocunmaksızın hâlâ sürdürüyorlar sabırlı nöbetlerini. Onlar Roma'nın suskun melekleri...

Sözün özü; Roma şehrinde sadece kuşlar değil kanatlı olan, taşa, mermere, madene, resime, sevince, mateme, öfkeye ve ölüme bile kanat takmış neredeyse şehrin tarihinden gelip geçen sanatçılar. Hoyrat zamanın kanatlarını kıramadığı melekler dört bir yanından sıkıca tutarak koruyorlar hâlâ Roma'nın kadim hikâyesini ama gerçek şu ki; öyle her gelen geçene değil, sadece sahiden dinlemek isteyene anlatıyorlar...

Roma'da meydan güvercinlerinin kanat seslerine turunç çiçeği ve espresso kokuları karışırken zamanın ta içinden şehire bakan melekler hiçbir gezginin yabancılığını yüzüne vurmuyorlar. Hani kaybolsanız sanki elinizden tutup sizi varmak istediğiniz yere uçuracaklar. Binlerce yıllık tarihini adeta balmumuyla kaplanmış gibi taptaze korumuş olan bu görkemli kentten yağmur alacalı gökyüzüne melek kanatlarında bir nîda yükseliyor, bu her kulağa dokunmuyor belki ama isteyen duyabiliyor:
''Ti sento, Dio.../Tanrım, seni duyuyorum...''
(Devamı elbette gelecek...)

Yukarıdaki resim Gian Lorenzo Bernini'nin 1600'lü yıllarda yaptığı ''Ecstasy of St.Teresa/Azize Teresa'nın Vecdi'' isimli eserine ait olup, Roma Santa Maria Della Vittoria Bazilikası'nda tarafımdan- ne yazık ki biraz bulanık olarak- çekilmiştir. Flaş kullanmamak adına binbir akrobatik numara yaptım, ancak bu kadar oldu! Ha, bu eser niye önemli, biraz bekleyeceksiniz öğrenmek için, herşeyi bir başlıkta anlatıp bitirecek değilim ya, sabır efendim sabır, yok öyle yağma:)

Salı, Şubat 28, 2006

Mi padre/ Babam...


Bir yılda dört mevsim olduğunu öğrenmek istemedi
Akşamları önüne koysa da azalan günlerini
Bıkmadı hayatın memuru olarak yaşamaktan
Emekli oluncaya kadar ölümü geciktirdi.

Daha yaşayacaktı ünlemsiz yaşamını tanımasaydı
Ağzından kan boşanan bir çocuk düşmese kucağına...

Veysel ÇOLAK/ Ötesi Yar- ''Arşivlenen Bir Yaşantıdan''
(Ağustos 1985/ DİZE Yayınları)
''Sevgili Handan Demiralp'e; bir insan yüreğinin en duyarlı yanıyla/ 02.02.1994-Dünya'' diyerek imzalamış kitabını şair Veysel Çolak... Kitap basılalı 21 yıl, bana imzalanalı 12 yıl olmuş. Babamı uğurlayalı ise tam 13 yıl bugünün dünya tarihiyle...
Oysa ki; ben o olmadan yaşanamayacağını düşünürdüm hep çocukken. Çocuk aklım bir türlü kabûl edemezdi gün gelip ''baba''ların da ölebileceğini. Onlar hep kalır, ailelerini bir arada tutar, kötülüklerden korur, eve elinde fileyle gelir, mutfağa girip salata yapar, kırılıp bozulan ne varsa onarır, çocukları düşüp yaralanmasın diye bisikleti selesinden çaktırmadan kavrar, bazen kızar köpürür ama hep varolurlar sanırdım. Evli barklı, hâttâ hiç doğuramayacağı çocuğuna hamile, koca kadındım babam öldüğünde; ''kaybettik'' dediklerinde gene inanamadım, belki inanamadığımdandır uzun süre ağlayamadım. Ancak mezarlığa götürürlerken, evimizin önünde son kez durunca cenaze arabası; pencereden bakıp gördüğümde inandım babamın öldüğüne. İşte o zaman bir feryat koptu ciğerimden, arkadaşlarımın kollarına o zaman yığıldım...

Onu son görüşümde ben hastaydım, ateş içinde, yatakta. Gelip ateşli alnıma dokunmuş ve ''geçecek, önemli birşey değil'' demişti. Bütün mutsuzluklarıma iyi gelmişti bu sözü, o gittikten sonra da kendime hep tekrarladım. Bir daha görmedim ben babamı, bu yüzden hâlâ o son görüşümdeki haliyle alnıma dokunur ve ''geçecek, önemli birşey değil'' der. Ben hâlâ ona inanırım. Bana; içinde bulunduğum durum ne olursa olsun dimdik ayakta durmayı, yenilgiyi kabûl edip boyun eğmemeyi, Allah'tan başkasına yalvarmamayı, savaşmayı o öğretti. Ölümden kılpayı kurtulduğum zaman, hastaneye görmeye geldiğinde de aynı şeyi söylemişti, ''geçecek, önemli birşey değil, çek elini karnından, dik dur!'' Duruyorum babacığım, hâlâ dimdik ayakta duruyorum, herşeye ve herkese rağmen, tam istediğin gibi! 2006 senesi Şubat'ının bu son gününde, çalışma masamın üzerinde gördüm mevsimin ilk uğur böceğini, sana yorup dua ettim, parmağımı uzatıp şarkısını söyledim hem, öyle uçurdum henüz terlik-pabuçsuz minik uğur böceğini:) Ve ne diliyorum hep biliyor musun; beni de seni olduğu gibi apansız bir miokard enfarktüsün alıp götürmesini. Çünkü; ölümün de iyisi, hayırlısı vardır ve yaşadığımız bu ahir zamanda insanın evinde, bir Pazar kahvaltısı sırasında, ağzında lokması ile uçarcasına gitmesi değerli bir armağandır...

Daha konuşacak çok şeyimiz vardı, olmadı. Düşündüğümde ''belki böylesi daha iyi'' dediğim oluyor kendime. Babam dünyanın bu berbat haline tanık olmadı, terörü, doğal afetleri, kıyımları, katliamları, yeni türeyen hastalıkları, medeniyetler çatışmasını, insafsızlığın ve acımasızlığın bu boyutunu görmedi, yaşamak zorunda kalmadı. Benim babamın cep telefonu, laptopu, uydu anteni ve vatandaş kimlik numarası hiç olmadı. O kendi felsefesi içinde kendince yaşamış bir güzel adamdı, içine elma kabuğu kıydığı pipo tütünün hoş kokusu, akşamları yemekten sonra mutlaka içtiği orta şekerli kahvesi, mükemmel elyazısı ile hayata düştüğü notlar ve otoriter sesi hâlâ belleğimde. Son fotoğrafını da ben çekmiştim zaten, göğsünün üzerine boylu boyunca uzanmış bir kedi ile... Kendime aynada her baktığımda biraz daha özlüyorum onu ama biliyorum karşılaşacağız yeniden zamanın bir yerinde ve 13 yıl sonra tekrar diyorum ki: ''hasta la vista mi padre''... Posted by Picasa