JellyPages.com

Pazar, Kasım 25, 2007

Quantos anos tienes?/ Kaç yaşındasın?..

Dün aldım haberini; zihnimi, fikrimi olabildiği kadar temiz tutmak için gazete almıyorum, televizyonla aram zaten hiç yok, aptalca konuşmalarla habire bölünen ana temalara tahammülüm olmadığından radyo falan da dinlemem genellikle, baban aramasaydı herhalde uzun süre haberdar olmayacaktım gittiğinden. Büyüyüp, serpilip ne güzel bir genç kız olduğunu görmek, haberini alınca internetten yaptığım araştırmada önüme dökülen gazete haberleri ile kısmet olacakmış demek. Çok yandım sana çok, bilemezsin ve sen daha ufacık, sevimli bir kız çocuğu iken Şirince'de kutladığımız o doğumgününün hatırasını ne kadar uzağa gidersen git, hafızamdan silemezsin...

Ben o zamanlar şimdi olduğumun yarısından ancak birkaç kilo fazlaydım herhalde, çok sağlıksız ve çok mutsuzdum, çünkü çok yanlış bir yerde durup öyle bakıyordum çevreme, bu sebeple herşey korkunç ve çözümsüz görünüyordu elbette. Ama ne kadar mutsuz olursam olayım Şirince'yi severdim; anneni, babanı, kardeşini, sizin restoranda yediğim gözlemeleri, bol yıldızlı geceleri, köyün eski hikâyelerini, kedilerini, köpeklerini, güvercinlerini severdim. Senin bıcır bıcırlığını, makyaj malzemelerimle oynamanı, çocuk gülüşlerini severdim. Bu fotoğraf çekileli herhalde bir onüç sene falan olmuştur, ben fotoğrafların arkasını yazmıyorum artık, uzun zaman evvel bıraktım. Aynı dört harfle başlayan isimlerimiz ve bu fotoğraftaki gülüşlerimizin üzerinden ne çok şey geçti, değil mi? Anlamlarımız, hayattan anladıklarımız, inandıklarımız, güvendiklerimiz, görünüşlerimiz, herşeyimiz değişti tabii, çünkü değişmeliydi. Ne sen öyle kaygısız, dertsiz tasasız bir kız çocuğu olarak kalmalıydın, ne de ben öyle erimiş, kurumuş , mutsuzluğuna tutunmaktan başka çare bulamamış bir genç kadın olarak zamanda donmalıydım. O vakitler şimdiki gibi dijital kameralar, cep telefonunun içinde gizli fotoğraf makineleri falan yoktu mâlûm, bu fotoğraf ta içinde klasik film rulosu olan, sıradan bir makine ile çekilmişti, deklanşörün sesi bizi o ana, o zamana hapsetmişti, öylece kaldık sanki ama biliyorsun, aslında bu doğru değildi...

Aslında biz o sesle farklı yönlere doğru koşmaya başladık belki; sen kendi kısa hayatının dönemeçlerini geçtin nefes nefese, ben varlığımdan parçaları döke saça durmadan tur bindirdim bu fotoğraftaki eski halime, durup arkamıza hiç bakmadık, ne de iyi yaptık... Derken; baban aramaz mı dün birden, çok zaman olmuştu, sesini çıkartamadım bu yüzden, karşılıklı kısa hikâyeleşmeler olağandır bu gibi durumlarda, gene öyle olacak sandım ama babanın söylediği benim hikâyemi bölüp parçaladı işte tam orta yerinden! Baban aramasaydı haberim olur muydu bilmem, ben artık kendi içime çevirdim yüzümü, öyle yaşıyorum. Seçimlerimin sonuçlarını baştan kabûl ederek bu hayatı taşıyorum. Pek az şey bozabiliyor bu şekilde dengeye oturmuş bir ritmi ama, elini vicdanına koy da söyle be kızım, ondokuz yaş çekip gitmek için fazla erken değil mi? Ruhunun seçimlerine elbette saygılıyım, ayrıca tekamülün için seçtiğin yer de çok anlamlı, Şirince fakat... Neyse, boşver, insanın kendi uydurma tesellisi olan zaman üzerine fikirlerimi belki de kendime saklamalıyım. Tekamül plânı içinde ne erken vardır, ne de geç, ama acıyı hissetmek te gayet insanî bir vaziyet, o yüzden ben şimdi senin acını yaşayayım bir müddet, müsaade et ...

Dün geceden bu yana inanılmaz bir sisle örttü yüzünü Ankara, kedi çocuklar bile hayretle bakmaktalar pencereden görünen bu yeni ''yokdünya''ya. Sen ise iki farklı fotoğrafınla çalışma masamdasın, biri kahve kupasının ardına gizlenmiş, diğeri kalemin altından bakıyor odaya. Birinde benim yanımda, öbüründe ise tek başınasın. Demek şimdi sen vesikalık fotoğrafında solda görünen ama hakikatte sağda olan, alnında parlayan o tuhaf ışıktasın, bu boyutu ondokuzunda alelacele bitirip gittin, peki acaba orada kaç yaşındasın?..

Sevgili Hande İnal'ın ışıklı hatırasına saygı ve daima sevgi ile, kalbimdesin, aklımdasın...


Posted by Picasa

Salı, Kasım 20, 2007

Que va!/ Yok canım!..

Hiç en yakınınızdaki insanların bazen yaşam enerjinizi bir vampir gibi emip tükettiğini düşündüğünüz oldu mu? Aile bireyleriniz olabilir, arkadaşlarınızdan bazıları olabilir, hâttâ eşiniz, sevgiliniz bile olabilir kimi zaman bu vampir, peki bunu farkedip konu üzerinde hiç kafa yordunuz mu?..
Yoksa farkında olduğunuz halde, ''aman kırmayayım, üzmeyeyim'' vaziyetine tutunup hep kendinizden mi verdiniz? Diyelim ki öyle; pekâla bunun aslında fena halde ikiyüzlülük olduğunu ne vakit farkettiniz? İnsan kendisini tüketen, yoran, inciten, yerinde saydıran, engelleyen, üzen, kırıp döken ama tüm bunlara rağmen gene de sevdiği şahıslara acaba neyi kurtarmak adına katlanır? Tamam; aile bireyleri konusunda durum biraz farklı ve tartışmalıdır ama iş arkadaşlığa gelince işte orada bence ''zınkkk!'' diye durmalıdır. Durmalı ve düşünmelidir kişi; hakiki arkadaşlık nedir ve ne için vardır?..
Bundan sonrası naçizane bir tavsiye listesi olacaktır, dileyen dikkate alır ve üzerinde düşünür, dilemeyense okumaya dahî zahmet etmez, mevzu tamamen tercihe bağlıdır. Efendim; evvelâ yakınlık içinde olduğunuz şahısların kendilerine saygı seviyelerine bakacaksınız, bir insanın bedensel ve ruhsal varlığına saygı duyup duymadığını anlamak hiç te zor değildir aslında. Yakınınızdaki kişi gelecek için olumlu plânları olduğundan söz ediyor, sürekli yapmak istediklerini anlatıyor, hayâllerini sizinle paylaşıyor diyelim. Eğer bu şahıs berbat besleniyor, alkol ve sigara gibi kötü alışkanlıklarından vazgeçemiyor, bedenine hoyrat davranıyor, farkında olarak kötü yaşıyor ve fiziksel varlığına iyi bakmıyorsa çizin üzerini gitsin, zira gelecek için plânları olan, iyi işler başarmak ve hedeflerine gerçekten ulaşmak isteyen kişi kendi özvarlığına bilinçli bir şekilde zarar vermez, veremez. ''Gelecek'' diyerek hayâlini kurduğu o zaman boyutuna ancak ve ancak sağlıklı olursa ulaşabileceğini bilir ve buna göre yaşar. Varlığına ve onun tamlığına özen gösterir, saygı duyarak korur...




Durmadan herşeyden ve herkesten şikayet eden, olumsuz tavırları ve kavgayı bir iletişim biçimi olarak kullanan, başına gelen şeyler için arkadaşlarını, ailesini, öğretmenlerini, ülkesini, yönetim sistemlerini, sosyal düzenekleri, iş ortamındaki kişileri, kısacası hemen herkesi suçladığı halde kendisine asla toz kondurmayan, ''herşeyi en iyi ben bilirim, ben yaparım'' havalarında olan, kendisi herkese durmadan bok attığı halde eleştiriye tahammülsüz, etrafındaki herkesi güdülmesi icap eden koyun olarak gören ve bu doğrultuda davranan, küçümseyen, hor gören, tepeden bakan, sorumluluk alırken atak olduğu halde, daha sonra bunu taşımaktan kaçınıp kenara çekilen insanlar ne kadar yakınınız olurlarsa olsunlar, ne yazık ki zarar verirler. Bu tipler genellikle dinlemeyi bilmez, kendilerinin anlatacak birşeyi olduğunda (ki; ne hikmetse her zaman anlatacak birşeyleri vardır) cümle alemin susup dikkatle dinlemesini beklerler ama karşılarındaki birşey anlatmaya başladığında söz keserek, araya girerek konuyu değiştirip gene kendilerine döndürmekte usta oldukları görülür. Çoğunun bunu bilinçli olarak yapmadığını da eklemek gerektir çünkü bu gibiler dünyanın merkezinde sadece kendilerini görürler, dolayısı ile bu tavırlarında şaşacak hiçbirşey de yoktur onlara göre, elbette onlar konuşacak, başkaları da ağzı açık dinleyecektir!.. Gözü çıkasıca süperego değil mi efendim, bunun gibi daha nelere kadirdir...



Yakın çevrenizdeki insanların bedenlerini nasıl besledikleri kadar şüphesiz ruhlarını besleme biçimleri de mühimdir. Siz siz olun, yılda en az beş kitap okumayan, okumama bahanesi olarak meşgûliyetlerini öne süren, televizyon izlemeden yaşayamayan ve televizyonu kişinin kendini donatması için yeterli bir kaynak olarak gören, dinleyeceği müziğe, izleyeceği filme popülerlik katsayısına bakarak karar veren, interneti sadece bir eğlence ve vakit geçirme aracı olarak kullanan, sizin yanınızda başkalarının dedikodusunu yapan ve küçük ya da büyük, mühim değil, yalan söylediğine tanık olduğunuz (başkalarını size çekiştiren kişi sizi de başkalarına çekiştirecektir, yanınızda yalan söylemekten çekinmeyen kişi de samimiyetle yüzgöz olmayı hayli karıştırmış demektir) kendisi inançlı olsa da olmasa da, başkalarının inançlarını eleştiren ve alay eden, şahsî açmaz ve tartışmalarını sizin bulunduğunuz ortama taşımaktan çekinmeyen şahıslardan uzak durun. Bu insanların arkadaşlığı sizi zenginleştirmez, tam tersi eksiltir, etrafınızdaki bu gibi çorak ruhlar sizin verimli düşünce tarlalarınızın zararlı çekirgesidir. Genellikle sizin inanç, ilke ve felsefelerinize saygı duymazlar, bununla da kalmaz, kendi fikirlerini durmadan dayatırlar, misaller silsilesi: ''aman ne olur sanki oturup bizimle ızgara yesen, ölür müsün, bir kadeh içsen ne çıkar yani, insan biraz etrafına uyar canım, ne yani, bu kılıkta mı geleceksin sahiden, ayy ne anlıyorsunuz bilmem şu hayvanlardan, her taraf kıl-tüy, evde oturup ne yapacaksın, sıkılırsın, öfff, nasıl okuyorsunuz Allah aşkına şu kalın kalın kitapları, kapat onu da iki çift lâf edelim vb. vb...'' Dedik ya; ruh didikleyici bu ağaçkakanlar çoğu kez ne yazık ki ''arkadaş'' kılığındadır ve insan kırmamak, üzmemek, bozmamak adına ikiyüzlü bir katlanışı göze alır. Didiklenmiş ruhuyla nihayet başbaşa kalabildiğinde ise, ilk merhalesi bunlara müsaade ettiği için kendine kızmak olan bir iç muhasebe başlayacaktır. E tabii böyle bir durumda adamda pozitif enerji mi kalır?..
Kendine acımaktan hiç vazgeçmeyen ve herkesin de aynı şekilde ona acımasını bekleyen, canı tatlı olmakla şımarıklık arasındaki çizgiyi habire çiğneyen, karşısındakinin duygularını istismar eden, sürekli işindeki meşgûliyetten, evindeki huzursuzluktan, orasının burasının ağrımasından, dış görünüşünden, hiçbirşeyin istediği gibi olmamasından, herkesin adetâ kendisine karşı olmasından, can sıkıntısından, yorgunluktan, yanlış anlaşılmaktan, parasızlıktan, trafikten, havadan, sudan, kaderinden, şundan bundan şikayet eden kişilere çok sık rastlamış olmalısınız. Onları dinledikten ve beraber zaman geçirdikten sonra kendinizi yorgun, bitkin, keyfi kaçmış hissetmeniz sizi şaşırtmış mıydı peki? Oysa ortada şaşacak birşey yok, bu gibiler insanın olumlu ve yüksek frekanslı enerjisini emerler, dolayısı ile onlarla karşılaşana kadar kendini gayet iyi hisseden siz bu etkileşimden sonra düşük frekansa geçer, enerjinizi kaybedersiniz. Hâlbûki; ''joi de vivre'' yani ''yaşama sevinci'' kutsaldır ve ihtimamla korunmalıdır. Hiçbir arkadaşlık ya da hiçbir insanî ilişki biçimi bu özdeğere karşı saldırgan olmamalıdır. Oluyorsa o ilişki sürmemelidir, konu bu kadar açık, bu kadar nettir!..




Daima beklentileri olan, herşeyi kimi koşullara bağlayan, takıntılarından kurtulamadığı gibi zaten kurtulması gerektiğine de inanmayan, korkularıyla yüzleşemeyen ve onları serbest bırakamayan, ''sevgi'' ile ''yargı''yı birbirine karıştıran, özgüven, özsevgi ve özsaygı sorunu olan, madde alemine çakılıp kaldığı için manevî boşluklar içinde yuvarlanan, doğa ve onun unsurlarından adamakıllı uzaklaşmış, hiçbir konuda dengeyi tutturamış kişiler sizi de paçanızdan tutup aşağı çekerler. Sözgelimi; aşırı titiz olan kişileri düşünün, abartılı titizlik vaziyeti kişinin varlığından temizlemek istediği halde bir türlü temizleyemediği, arıtamadığı, bağışlayıp serbest bırakamadığı şeyler olduğuna işarettir. Tutumluluk ile cimrilik nasıl farklı kavramlarsa temizlikle titizlik te öyledir, burada gereklilik ve denge mühimdir. Zaten bu dengeleri tutturabilenler arasından enerji vampirleri de pek çıkmaz...


Hülâsa; size iyi gelmeyen, yoran, üzen, sıkan, bunaltan yani kendinizi kötü hissettiren insanlar en yakınınızdakiler bile olsa onlarla aranıza mesafe koymanız gerektiği çok açıktır. Bana kalırsa insanı asıl zorlayan şey, içinden ''haaaayııııır!!!'' diye haykırmakta olduğu halde bunu kendisine hissettiren kişinin yüzüne şu ya da bu sebeple söyleyememektir. Buradan hareketle, ''hayır'' demeyi öğrenmek ve herbirimizin içinde muhakkak varolan o ''aaa, yeter ama!'' noktasını kimseye çiğnetmemek gerekir. Aksi halde kendinizi yeterince dürüst hissetmediğiniz gibi, haksızlığa uğramışlığın içsel öfkesi tarafından da kemirilirsiniz ki, bu sizi hasta edebilecek kadar güçlü bir etki dahî yaratabilir. Yeri ve zamanı geldiğinde ''benden bu kadar, herkes yerinde sağolsun'' demeyi bilmek ve köhnemiş ilişkilerin tozunu bir güzel almak gerekir. Çünkü insanın ''kendisi'' de önemlidir, ''peki fedakârlık, sevgi, bağlılık, vefa, anlayış, hoşgörü falan ne olacak o zaman?'' diye soranlara ise tarafımdan ''bütün bunların karşılığı eşittir benim azalmam, tükenmem ise hiç almayayım, o kadar da değil, yok canım!'' cevabı verilir ve nokta konulup yazı bitirilir... (Ruhsal Korunma Teknikleri/Denning&Phillips-New Age Yayınları ve Kutsalca Yaşamak Üzerine/Neale Donald Walsch-Dharma Yayınları; bu iki kitaba, yazarlarına, çevirmenlerine, yayıncılarına, yazıma notaları ile eşlik eden büyük müzisyen Frèdèric François Chopin'e ve hazır olduğumda beni bütün bu bilgilerle buluşturan evrenin yüce bilincine bütün varlığımla teşekkür ediyorum, namaste...)

Cumartesi, Ekim 20, 2007

De Varios Colores/ Rengârenk...

Taa oralara kadar gitti evet, yeniden kalkıp gitti. Asıl adı başka ama, bizim kullandığımız adı: Navanalini... Hintli falan değil, o da Türk bizler gibi. Yıllar evvel düşürmüş yolunu ilk kez Hindistan'a, hayatı değil, bizzat kendini çözmek ve elbette dolaşıp gezmek için. Ruhundaki perdeleri bir bir kaldırmış bu seyahat, dönüp geldiğinde artık farklı biriymiş. Bunda Hint memleketinin hususî kerameti nedir-ne değildir, orasını bilemem ama bu uzun yolu göze alıp gidenlerin orada aslında kendi içlerinde olan sırrı keşfedip, ruh karmaşalarını geride bırakarak tuhaf bir sükûn içinde döndüklerini bilirim. Hani kilidin anahtarı kayıptır, bir türlü bulamazsınız koyduğunuzu hatırladığınız yerde ya, siz aramaktan usanıp bıraktığınızda koyduğunuzu sandığınız yerde değil, bambaşka bir yerde şak diye bulursunuz, ''ya ben buraya bakmıştım demin, nasıl da görmemişim, kör müyüm neyim?'' dersiniz kendinize, işte o hesap... Bazen insanın meseleleri halletmek için onlara hep olduğu yerden değil, farklı bir açıdan bakması gerekebilir. Bunun için de ya bir adım geri gitmesi, ya beş adım aşağı inmesi, yâhut üç adım yana geçmesi gerektir. Hep duradurduğu noktadan vazgeçmek ve başka yerleri denemek iyidir. İşte o da bunu yapmış aslında. Ve bulmuş olması gereken yeri, darısı halen çabalayanların başına...

Öteden beri sevmişimdir ben Hint kültürünü, sanatını, felsefesini falan. Parıltılı ve rengârenk ''sari''leri, şıngırtılı takıları, alınlara yapıştırılan ''bindi''leri, o kara kaşları, gözleri, saçları, sevimli dansları, baharatları, vejetaryen yemekleri, baygın kokulu tütsüleri, şarkıları, filmleri, dumanlı nehir kıyılarını, tapınakları hiç gidip görmemiş olsam da hep sevmişimdir. Bu sebeple Navanalini'den ''gene gidiyorum'' mesajı geldiği vakit benim de içim gittiydi. Olmayı hiç istemediğim bir yerde, üstelik ameliyatlı ve hasta vaziyette uzun, kurak, huzursuz ve işkenceli bir yaz geçirmek zorundaydım. Çaresiz geçirdim de... Bu arada keyifle izlediğim bir filmi de anmadan geçemeyecek, denk gelirseniz mutlaka izlemenizi tavsiye edeceğim.


Sonra o döndü. Biriktirdiklerini paylaşmaya koyuldu, nasıl da sevindim. İçimden defalarca ''namaste'' dedim, yaratıcımızın bize bahşettiği herşeyin önünde her zaman saygı ile eğildim. Çünkü yaradılışın özünde saygı ve sevgi vardı bana göre, bunları hissetmeden sadece dilinden şükretmenin tuğlaları hayli eksik kalır, ilk yağmurda damı akardı. E-posta yolu ile anlattıklarını ilgiyle okudum, gönderdiği fotoğraflara hasetle değil, sevgiyle baktım. İnancınız her ne olursa olsun, oralarda edindiği bilgiler ve deneyimlediği ne varsa hepsi gayet evrenseldi, herkes konuyu kendine uyan tarafından yakalayabilirdi yani. Net, yalın, mütevazı, sakin, duru ve saftı söylediği herşey, farklılıklardan doğan armoniyi anlatan, rengârenk bir huzurdu bana göre. Şimdi o bilgiyi bölüştürüyor Ankara'daki evinde, kendi içinde keşfettiği ışığı paylaşıyor insanlarla. Tek derdi evrenin kutsal uyumundan ve özünde varolan barıştan giderek uzaklaşan dünyamızın dökülen sıvalarını yenilemek, akan damını onarıp tamir etmek. Bilginin paylaşılmadıkça hiçbir halta yaramadığının farkında Navanalini, o aynı zamanda bir ''yogini'' (*) , olabildiği kadar çok kişi tam içinde durduğu halde yerini bir türlü bulamadığı huzuru keşfetsin, kendisine bahşedilenlere bu huzurla şükretsin istiyor. Bunun için yazıyor, anlatıyor, gösteriyor, öğretiyor. Her sabah pencerenizden giren aydınlık gözünüzü kamaştırıp uykunuzu böler diye perdelerini sımsıkı kapatanlardansanız muhtemelen siz de kayıp anahtarınızı arıyor olmalısınız. Aşağıdaki bilgiler bulmanıza belki yardımcı olur diye, sevgili Navanalini'ye şükranla ve bir kez daha: Namaste!..


Kennedy Cad. 22/ 9 Bahar Apt. Teras katı ANKARA (533 610 74 64)


navalanini@gmail.com


(*) Yogini: Yoga uygulayan kadın...

Pazar, Ekim 14, 2007

S.....'lar neden bu kadar mutsuz?..

Eski yan komşum Esra'ya (ki; kaderin garip tecellîsi neticesinde ikimiz de aynı zamanda ayrıldık oradan) veda ederken ''yazacağım'' demiştim, ''bunu mutlaka yazacağım!..'' Ama gelin görün ki; şimdi içimde öyle tutkulu bir yazma, anlatma arzusundan eser yok, hani söz vermemiş olsam tek tuşa bile basmayacağım bu konuyla ilgili. Tuhaftır ya da belki değildir, eskiye ve ''oraya'' dair hiçbirşey düşünmek istemiyorum artık. Oysa duyan, tanık olan herkesin şaşkınlıktan donakaldığı, sonra da ruh haline göre ya küfürü bastığı, ya da lânetlediği, ''yuuuuuh!'' çektiği bu olay bizim ''orada'' yaşadığımız son bariz kötülüktü. O kadar net, o kadar açık ve o kadar kendini açığa vuran bir durumdu ki; başından beri olanların neredeyse toplamı sayılabilirdi. Kendi aramızda yaptığımız tahlillerde dönüp dolaşıp hep aynı noktaya vardık zaten, bu bir insanın etrafındakilere değil, aslında bizzat kendisine duyduğu müthiş nefretin ve daima yüzüne, bakışlarına yansıyan o kopkoyu mutsuzluğunun ayan-beyan manzarası idi. Çaresizliğin, başarısızlığın, hırsın, öfkenin, nefretin, kıskançlığın, kifayetsizliğin ve buna benzer diğer tüm ruhlara zarar hissîyatın toplamı ile zaten bakî sevgisizliğin çarpımı neticesi eşittir: ''hep o aynı, çok tanıdık mutsuzluk''tu çünkü, matematik bu kadar kesin kuralları olan bir bilimdi...

Gene çünkü; şu fotoğrafın çerçevesinden dışarı taşan evrensel sevgi o şahıs ve onun gibilerin yüreğine hiç uğramamıştı. Onun, onların kendilerine göre kuralları vardı, dış dünyayı buna göre düzenleme gayretleri aslında anlaşılabilir birşeydi ama bu düzenlemeyi ''sevgisizlik'' temeli üzerine bina edişleri içlerindeki enkazı herkes tarafından görülebilir kılıyordu ne yazık ki. Bu sebepten; o da yaptığı şeyin en doğru, en yapılması gereken şey olduğuna inanarak yaptı, eline geçen fırsatı hiç sektirmeden kullandı, böylece kendisinin ''en bir iyi komşu'', ''mükemmel vatandaş'', ''sorumluluk sahibi müstesna bir şahıs'' olduğuna adamakıllı inanacak ve vicdanını bu sayede rahat tutabilecekti, ayrıca kökü neredeyse bir sene evvelinde olan bir hikâyenin intikamını da almış olacaktı ki, bu onun için hepsinden daha mühimdi. Bundan ötürü; kendisine komşu evin (ki; bu ev içi henüz tamamlanmamış, ikamet edilmeyen, sadece ıvır-zıvır eski eşyanın deposu gibi kullanılan, sahibi tarafından ayda-yılda bir uğranılan, hâttâ arada ön veranda kapısı ya da mutfak penceresi rahatlıkla açık bırakılıp gidilebilen bir evdi) içinde mahsur kalan bir kedi farkedilip çıkarmanın yolu aranırken bahçeye fırlayıp orada bulunanlara aşağılık birer hırsız muamelesi yapmayı seçti. Oysa evin asıl sahibine zaten ulaşılacak ve bilgi verilecekti, kimse kimsenin içi inşaat halindeki boş evine keyif olsun diye girme derdinde değildi elbette, zaten demir parmaklıklardan içeri insan girebilmesi olanaksızdı ama kapı açılabilir durumda ise ufak bir kedi oradan kolayca çıkıp kurtulabilirdi. Lâkin; bu şahıs kendi mevcudiyetinin altını ancak bu şekilde çizebilir, boş bir evde mahsur kalmış, dışarı çıkmak için bağırıp yalvaran zavallı bir kedinin sırtından ancak bu tavırla ''hassas ve sorumluluk sahibi, mükemmel komşu'' primini elde ederek rahatlayabilirdi. İnsanları bir başkasının hanesine tecavüz ediyormuş durumuna düşürmekle eline daha başka ne geçtiğini bilemeyiz, bu onun sorunudur kuşkusuz ama neticeyi değiştirmedi, sadece geciktirdi. Kapı ya da pencere açıkken meraktan içeri girip sonra farkedilmeyerek üzerine kapı kilitlenen ufak kedi bu nedenle 48 saati aşkın bir süre aç-susuz, panik içinde kaldı ve kendisine ulaşılan ev sahibi gelip kapıyı açarak üçüncü günde kurtarılmasını sağladı, müthiş beyefendi ve vicdan sahibi bir insandı çünkü, değil hırsız muamelesi yapmak bize teşekkür dahî etti adamcağız haber verdiğimiz için. Biz karşılıklı memnuniyetle el sıkışırken daha önce bahçeye çıkıp ortalığı velveleye veren kişi niyeyse bu defa ortalarda görünmüyordu? Hassasiyetinin ve başardığı şeyin keyfini çıkarıyor olsa gerekti kendince...

Bu görkemli final başından beri ''orada'' yaşadıklarımızın cümle sonu, noktası gibiydi. Düşürülmek istendiğimiz vaziyet hoş değildi, bunun yansıtılış biçimi ise çok daha berbattı ama dedim ya, artık üzerinde düşünmek ve konuyu uzatarak enerjimi tekrar bozmak istemiyorum. Çünkü bu sabah uykumdan Alan Parsons'un ''Freudiana'' isimli albümünde yer alan ''I Am A Mirror/Ben Bir Aynayım'' şarkısı zihnimde çalarak uyandım. Tematik albümleri ile tanınan sanatçı bu albümünü meşhur psikanalist Freud'a adamıştı. Freud ise insan zihninin karmaşalarını kendi formülü ile açıklayarak zamanında ortalığı sallamış, halen adı ve yöntemleri üzerinde hummalı tartışmalar süren bir bilim adamıydı. Aynanın karşısında dişlerimi fırçalarken bir taraftan da şarkıyı mırıldanıyor olduğumu farkettim. Hayatlarında evrensel sevginin olması gereken yerde kocaman ve karanlık bir boşluk bulunan bu kişilere acıdım o an. Onların aynalarından iyi ve güzel hiçbirşeyin yansıması mümkün olamıyordu bu yüzden, iç huzursuzluklarını dışa vurmanın yolunu ancak incitmek, aşağılamak, itip kakmakta bulabiliyorlardı, kavga-gürültü çıkartmak, hak olarak idrâk ettikleri ne varsa tamamını bağıra-çağıra, olumsuzlukla, öfkeyle savunmak onlar için bir varoluş vesilesiydi, ne kadar zavallı, ne kadar yoksuldular aslında. Aynanın bu tarafından bakınca ortada kızılacak bir şey olmadığını görmüştüm ve fakat; onlar için üzülmek te artık içimden gelmiyordu ne yazık ki, kendi meselelerini kendileri halletsinlerdi, onların mutsuzluklarından bana neydi? Onlar bize yaşattıklarının muhasebesini yapmışlar mıydı ki? Başından beri zaten hep haklıydılar ve artık bırakalım hep öyle de kalsınlar. Ben yukarıdaki resimde olduğu gibi varımı-yoğumu, canımı-canlarımı toparlayıp gittim, bu arada sağlamken kanser olan bir parçamı da bıraktım tabii orada, bir tür sadaka veya yaşananların diyetidir bu belki, bakış açısına göre değişebilir, giden gitti, kalan sağlar gayrı benim değildir, kimin olurlarsa olsunlardır bundan böyle, aman daima selâmetle, benden uzak, Yüce Mevlâ'ya yakın mesafe! ''S.....'lar neden bu kadar mutsuz?'' diye mi sormuştuk o vakit sevgili Esra'cığım, bu nokta noktalı kısıma yazılabilecek daha nice isim vardır Allah bilir, boşver gitsin, artık kendileri düşünsün, bize ne? Aynanın bu tarafında olanlara ise bakî selâm ve sevgi ile...

Ek ve de dipnot: İçinde herhangi sahipli ya da sahipsiz bir hayvanın, canlının mahsur kaldığı işyeri, konut, depo vb. yerlerde mülk sahibi veya içinde ikamet edene ulaşılamadığı, yahût kendilerinin gelip açamadığı durumlarda polis ya da jandarma refakatinde gidilerek kapı açtırılıp, zabıt tutturularak içerideki canlı kurtarılabiliyor. Kanunlar da ''mahsur kalan canlı çırpına çırpına ölsün, mülk sahibi gelince kokmuş cesedini bulsun, girmeseydi, bize ne!'' demiyor yani, aklınızda bulunsun. Eğer sevgili Deniz Bey'e ulaşılamasaydı biz de jandarmaya haber verecektik, pürdikkat nöbette olan en bi muhteşem komşu S.....'ya rağmen yapacaktık elbette bunu, sebebini jandarma kendisine müsait bir lîsanla açıklardı nasılsa:) Özellikle sezon sonu kilitlenip gidilen yazlıklarda buna benzer vakalar yaşanabiliyor, döndüğünüzde bu gibi trajik bir sürprizle karşılaşmamak adına dikkatli olmakta fayda var derim, aman ha...

Salı, Eylül 18, 2007

Volver algo revès/ Tersine çevirmek...

Yaşadığı herşeyi hayatına kendisinin çektiğinin farkındaydı, bu sebepten başkaları gibi ''kötü kader''ine kızıp hiçbirşeyi suçlamadı. Lâkin; nereye gitse yanında götürdüğü o ''kendisi''ne biraz kırgındı sanki bu defa; ameliyat masalarından bezgin, damarlarına girip çıkan enjektörlerden ve habire etini kesip biçen neşterlerden yorgundu, bazen ''ölmek daha kolay olsa gerek'' diye düşündüğü de olmuştu çünkü o tekrarlanan birşey değildi, bir defada olup bitiyordu. O densiz ''kendisi'' hâlâ niçin uslanmıyor, neden artık biraz da doğru düzgün şeyleri çekmiyordu hayatına, değil mi ya? Kırgın olduğu ile aynı yatağa yatırırlarsa insanı öyle sorup etmeden, başını öte yana çevirip somurtmaktan başka çaresi var mıdır? İnsan başını ters tarafa çevirir, onda bir müşkül yok ta, kaderin akışını bir baş hareketi ile tersine çevirmek o kadar kolay mıdır? Ağrı ve duanın karışımından tüten efsunlu dumanı o gece O'ndan (C.C) başka da gören olmuş mudur dersiniz? Hastanın üzerine örtülen sabrın beyaz örtüsüne ilk düşen harf hangisidir peki, bu ay mübarek Ramazan, bu okunan ilk imsâk ezanı mıdır? Sabır Yâ âlemlerin Râb'bı, sabır...
Posted by Picasa

Cuma, Eylül 14, 2007

El cuchillo/ Bıçak...

Teni boydan boya kesip ayırdığı zannedilen o bıçak aslında bir annenin ruhunun tam ortasından geçer,
Semânın derinliklerinde salınan ruhların en cesurları ihtimâl ki kürre-î arzda ''ana'' olmayı seçer...

(Fotoğraf: ''Tırmık İzi'' Olay Yeri İnceleme Ekibi'nden Baturhan Atabey/12 Eylül 2007 Çarşamba, operasyondan hemen sonra...)
Posted by Picasa

Cuma, Eylül 07, 2007

Estar pago/ Ödeşmek...

''Aaa, şu karının memesine bakın lan, ne biçim, aşağıda duruyor!'' diye seslendi düşük bel taklit marka pantalonlu, göbeğini açıkta bırakan tişört giymiş, suratı bol makyajlı, en fazla onaltısında olabilecek ama hayli kaşar tavırlı kız yanında yürümekte olan kendisiyle aynı marka diğer üçüne... Ötekiler dönüp baktılar ihtimâl ama sözü edilen kişi yanlarından hızla yürüyüp geçmiş olduğu için sadece çantalı bir sırt görebildiler, zira insan denen canlının dişisi memelerini sırtında değil, göğüs kafesinin üzerinde taşıyordu, tek memeli de olsa, çift memeli de olsa bu kural değişmiyordu yani...

Sırt çantalı kadın bankaya gidiyordu, mecburdu gitmeye, başkentte yaşayan herhangi bir vatandaş olarak pek sayın başkent belediye başkanının halka revâ gördüğü bir uygulamanın icabı, evinde kartlı doğalgaz sayacı olan kişilerin kartlarındaki kredi tükenince anlaşmalı bankalara ya da gaz satış noktalarına gidip kartlarına paşa paşa kredi yükletmeleriydi çünkü. Kadın Allah'ın sıcağında üç anlaşmalı banka dolaşmış ama arıza, anlaşma iptali ya da başka salak sebeplerden ötürü kartına kredi yükletememişti, bu banka son şanstı. Kartını dolduramazsa eğer evindeki ocağı kullanamaz, sıcak su ile banyo yapamaz, ortada kalırdı. Kışın ortasında ansızın üşütüp arızalanan (!) doğalgaz kartı peşin ödenmiş yüzbilmemkaç liralık kredi ile yüklüyken doğalgaz sayacı kartı tanımlamamış, bu sebeple tam üç gün elinde kredi yüklü bozuk kartı ile oradan oraya gönderilmiş, kışın ayazında evin içinde paltoyla oturmuş, felçli kedisini hastalanmasın diye eski yün kazaklara sararak, tir tir titreyerek vaziyeti idare etmişti! Başkentte insanın doğalgazdan faydalanabilmesi için cebinde mutlaka nakit parası olması ve yakacağını tahmin ettiği kadar gazın parasını peşinen ödeyerek kartına kredi yükletmesi gerekmekteydi, kart ya da sayaç arızalanırsa paranız olsun olmasın, durum mafişti! Pek sayın başkent belediye başkanı Ankara halkına itimat etmiyordu, her an belediyeye borç takıp ortadan yok olabilirlerdi, bunlardan parayı peşin alacak, gazı öyle verecektin! Oysa yeryüzünün belki de en dangalakça belediyecilik hatasına imza atıp, koca başkenti yazın kavurucu sıcağında susuzluktan mahfettikten sonra ''haklarını helâl etsinler, evet, yanlışlıkla bir miktar kuruttuk ta başkenti, pardon yani'' denecek olan da gene aynı halktı! Susuzluğa katlandıkları gibi, bu sistemin sonuçlarına da artık bir zahmet katlanacaktı başkent ahalisi, kartları, sayaçları bozulmasındı efendim, Allah Allah yani! Mazallah bir bozulunca tamiri, kontrolü, açılması falan ortalama üç gün içinde ancak hallolabiliyordu. Bunları göz önünde tutan kadın bankaya gitmeye mecburdu, kent merkezine inip gaz kredisi alacak hali hiç yoktu, hastaydı, üç bankadan sonra burası artık son şansıydı...

Şükür ki; ancak saat 16.00'ya kadar gaz satışı yapılan bu bankada arıza, bilgisayar bağlantısı zımbırtısı, anlaşma iptali ya da başka hıyarca bir problem yoktu, taşınana kadar idare edecek miktarda gazın parasını trak diye ödeyip nihayet kartına kredi yükletebilen kadın aynı yoldan geri dönmekteydi. Yol kenarındaki bir pastanenin ön bahçesinde giderken karşılaştığı ucuz marka onaltılıklar oturmaktaydı, arkadaşlarının dikkatini tek memesi aşağıda olan kadına yukarıdaki ifadelerle çeken ama gösteremeyen kaşar kız kadını farketti ve hemen masaya eğilip ''şşşt, bakın işte gene o karı, tek memesi aşağıda olan, baksanıza lan!'' dedi. Ötekiler dönüp bakmaya hazırlanırken sırt çantalı kadın aniden zınk diye durdu ve o tarafa baktı! Dikkat çekmekten sorumlu kaşar kız kadının dikilip dimdik suratına baktığını görünce birden telâşlandı ama ne yazık ki çok geçti. Kadın söylediklerini, üstelik te ikinci kez duymuştu, artık bu noktadan geri dönüş her iki taraf için de yoktu, ne çare ki örgüye pek meraklı olan kader ağlarını eşsiz bir keyifle iki ters yedi düz lastik motifi şeklinde örüyordu:)

''Senin ananınkiler'' diye yüksek sesle seslendim, ''olması gereken yerde mi güzelim?'' Masada sırtı yola dönük şekilde oturmakta olan diğer üçü neredeyse masaya kapaklanıp büzüldüler, kanserli memelere dikkat çekmekten sorumlu kaşar ise derhal başını önüne eğerek tahtaya kaldırılıp soruyu bilemeyen zavallı öğrenci pozisyonuna geçti, sözlüden çakacağı kesindi, bu kısmı çalışmamıştı ne yazık ki... Devam ettim; ''eğer öyle ise anan yüksek ihtimâlle meme kanserine yakalanmamış ve memesi alınmamış demektir, buna sevinmelisin!..'' Onaltılığın önce kulakları, sonra suratı kızardı, pancar üzeri rendelenmiş kaşar görüntüsüne yatay geçiş yapan zavallı yeniyetmenin parmakları arasında acemîce tuttuğu sigaranın ucu titremeye başladı, hâlâ önüne bakmaktaydı, şu halini gören onun az evvelki yelloz tavırlarına herhalde asla inanmazdı. ''Ve sonra'' dedim, ''senin ve arkadaşlarınınkiler şimdilik olması gereken yerde duruyor sanırım, çünkü bakmadım ama gelecekte yerleri ve sayıları değişirse sakın şaşırmayın! Tavsiyem; benim başıma geldiği gibi sizlerin ya da yakınlarınızın başına gelebilecek bir durumun kaçınılmaz sonuçları hakkında bir daha öyle uluorta konuşmayın, elâlemin memesinin nerede durduğuna bakacağınıza bir zahmet kendinizin hayatın neresinde olduğuna bakın!..'' Onaltılık kaşarın sigarasının külü elleri zangır zangır titrediği için masaya düştü, başını kaldırıp ''şeyyy, çok özü...'' diyecek oldu, sözünü ağzına tıkıp ''birşey değil ufaklık'' dedim, ''ayrıca sigaranın külüne dikkat et, üzerine düşüp bir tarafını yakmasın!..''

O sırada pastanenin bahçesinde onaltılıklardan başka bir tek masa daha doluydu, onda da gençten bir adam oturuyordu. Baktım; bu tür durumlarda çoğunluğun yapmayı seçtiği şeyi yaptı, gözünün önünde cereyan eden bu olaya hiç tanık olmamış gibi, ''siz beni adamdan saymayın canım, devam edin, ben burada yokum zaten, üff, bugün de hava bayağı sıcak vallahi, aaa bakın kuş geçti'' tavrı içinde gözlerini kaçırıp başka tarafa baktı:) Onaltılıklar yaşadıkları (çok şükür ki hayatlarındaki bütün o ağır erozyona rağmen halen yaşayabildikleri) derin utancın ağırlığı altında birer tespih böceğine dönüşmüş vaziyetteyken biri Şark'a, öteki Garp'a bakan kanserli memelerimi alıp, gülümseyerek yürüyüp geçtim üzerlerinden...

Bildiğim ve öğrendiğim odur ki; evrenin karma yasası gereği bu gibi zavallılıklar karşısında öfkelenmek değil, tam tersi yapana acıyıp evrenin yüce sahibinden onun için merhamet dilemek gerekiyor, eskiden olsaydı çok daha farklı davranmayı seçerdim ama böyle olmaması gerektiğini bana bizzat çok şey borçlu olduğumu düşündüğüm, önce tek mememi alan, dört gün sonra da diğerini benden alacak olan o kanserim öğretti. ''Unutmayın ki; hoş olmayan her düşünce ilgili olduğu bir kötülüğü kelimenin tam anlamıyla vücuda getirir'' diyordu ''The Secret/Sır'' adlı kitapta, karma yasasının değişmez kuralları gereği benim elimde olmayan, hastalığım sonucu oluşmuş fiziksel eksikliğimle ilgili bu tarz düşünceler üreten şahıslar bunun bedelini ne yazık ki kötü yüzleşmelerle ödeyecekti, bunu ben istesem de değiştiremezdim yani. Zira; birkaç sene önce bir tanıdığının meme kanseri sebebi ile alınan memesinin ameliyat izini tesadüfen gören annem düşüncelerini kontrol edemeyerek ''aman Tanrım, ne kötü bir vaziyet, bir kadın için ne korkunç görüntü :(...'' diye içinden geçirmiş, aradan çok geçmeden kendi kızı aynı illete yakalanıvermişti! Garibim annem bunu bana sol memem alındıktan epey sonra ağlayarak ve pişmanlıkla itiraf etmişti. O sebeple; içimi dolduran amansız acıma hissini derhal duaya çevirmeyi seçtim, ''ey evrenin yüce sahibi, onların imtihanını kolaylaştır ve lûtfen merhamet et onlara, benzerini yaşayarak acı çekmesinler, ödeşmeleri daha kolay olsun'' dedim içimden. Ben ıslık çala çala geçerken bir başkent Eylül'ünün akşamından, duydum; evren usulca fısıldıyordu arkamdan: ''Durma, yürü, hâttâ uç, kanatlan...'' :)

Geçen hafta Pazar günü, Kanal B'de yayınlanan ve çekimleri bizim evde yapılan ''Doğadaki Dostlarımız'' programı özellikle izleyemeyenlerden gelen yoğun talep üzerine bu Pazar günü tekrar yayınlanacak. 9 Eylül 2007 Pazar, saat 16.00'da Kanal B ekranında, pek yakında ayrılacağımız bu sitede yapılan son çekimlerle yeniden buluşmak üzere, duyduk duymadık demesin bu defa kimse, ona göre... (www.kanalb.com ya da Digitürk 32.kanal, ayrıca kablo TV ve uydudan da yayın var. Her zaman olduğu gibi; dostumuza da, düşmanımıza da selâmlar. :)

Çarşamba, Ağustos 15, 2007

Marcur un gol/ Gol atmak...

Benim sayfamda belki de ilk kez futbolla ilgili bir başlık görmektesiniz; bu oldukça şaşırtıcı bulunacaktır yazılarımı takip edenler tarafından, biliyorum. Çünkü futbolu sevmem, hiçbir zaman da ilgi alanıma girmeyecek bir spor dalıdır ancak bazen öyle durumlar olur ki, bunu ifade edebilmek için futbol terimlerini kullanmakta hiçbir sakınca görülmez tarafımdan, bugün anlatacağım yaşanmış hikâye ve sonucu da bu başlıkla anlamını buluyordu, bu sebeple seçtim efendim...

Şimdi; yukarıdaki resimden yola çıkarak hikâyemize geçelim. Ayna hepimizin hayatında şu ya da bu şekilde varolan birşeydir, saçımızı tararken, makyaj yapar ya da traş olurken, dişimizi fırçalarken genellikle onun önünde oluruz ama bunları otomatik yaparız çoğumuz yani aynayı kullanırız ama aynanın varlığının farkında olmayız bile. Oysa; insan denen varlık zaman zaman aynanın karşısına geçip kendi sûretine uzun uzun bakmalıdır bana sorarsanız, kendisi ile yüzleşmeli, başkalarına çamur atarken kendisinin yeterince temiz olup olmadığını kontrol etmelidir. Ayna sıradan varlığının ötesine geçerek böyle bir yüzleşmeye de vesile olabilmelidir insan hayatında. Bu sebeple benim evimde her zaman dört-beş ayna bulunur, arada durup, mola verip bu aynalardan yansıyan sûretime bakar ve düşünürüm. Aynalarımı hep temiz, lekesiz, parlak tutmak istemem bu yüzdendir, hâttâ takıntılıyımdır bu konuda...

Geçtiğimiz Pazar günü, İzmir'in Karşıyaka'sındaki evlerine dönen genç bir çift yaşadıkları apartmanın ana giriş kapısını açmak istediklerinde kilidin arızalanmış olduğunu görürler. Her zaman kilidi açmak için kullandıkları anahtar kilit içinde dönmemektedir, biraz uğraşınca anahtar kilidin içinde kırılır. Mevsim yaz, şehir İzmir, apartman zaten beş katlı, her katta bir daire var, bizim çift ve üst kattaki komşularından başka kimse yok apartmanda, millet yazlığa gitmiş. Zor bir durum tabii, bizimkiler bodrum kattaki deponun camını kırarak içeri girmeyi düşünürler, kilitle biraz daha uğraşırlar falan ama olmaz. Bu sırada en üst kattaki apartman sakinleri çiftin kapının önünde içeri girebilmek için debelendiğini pencereden görürler, hemen otomata basıp kapıyı açtıklarını ya da inip kapıyı içeriden açarak sorunu çözdüklerini düşünenler eminim vardır aranızda ve gene eminim ki böyle düşünenler gayet düzgün, insan gibi insanlardır. Lâkin; vaziyet hiç te öyle olmaz, pencereden başını uzatıp bakan kadın durumu gördüğü halde camı kapatıp derhal içeri kaçar, kendileri evde olduğu halde yokmuş gibi davranırlar, kapıyı açan falan yoktur. Bu durumda genç çift Pazar akşamı Karşıyaka'da çilingir peşine düşer, haftasonu seyahatinden dönen çiftimiz oturmakta oldukları apartmana başka türlü giremeyecektir çünkü. Epey zaman alır açık bir çilingir bulmak, zor da olsa bulunur, getirilir ve kilit sökülerek kapı açılır. Bozuk olan kilit çıkarılır, yerine yenisi takılır, yedek anahtarlar da çifte verilir ve bu sayede evlerine girebilirler...

Hikâyenin bundan sonrası tam da yukarıda fotoğrafını gördüğünüz sevgili Engin Ardıç'ın üslûbu ile kaleme alınması gereken cinstendir. Zira zorunlu olarak apartman ana giriş kapısının kilit göbeğini değiştiren ve evlerine ancak bu şekilde girebilen çift ertesi sabah posta kutularına bırakılmış A 4 ebadında bir kağıt bulurlar, kağıtta şunlar yazmaktadır:

“KENDİNE YAPILMASINI İSTEMEDİĞİNİ BAŞKASINA YAPMA !!!” Dış kapının anahtarını değiştiriyorsunuz, posta kutumuza bir adet bırakmıyorsunuz, bu akşama kadar posta kutuma anahtar bırakmazsanız, yeni kilitten sizin de anahtarınız olmayacak!!!

Genç karı-koca bu yazıyı okuyup sadece gülümser, erkek olanı kağıdı özenle katlayıp cebine koyar, ikisi de işlerine gitmek üzere arabalarına biner ama bu hikâye elbette burada son bulmayacak, maçın asıl eğlenceli olan tarafı bundan sonra başlayacaktır...

Bu beş daireli küçük apartmanda mülk sahipleri ikamet etmektedir. En alt kattaki dairenin sahipleri zaten yurtdışındadır. Geriye kalan üç dairede yaşayan mülk sahipleri birbirleri ile gayet uyumludur, apartman adına alınan kararlarda fikir birliği içindedir. Sadece en üst katta ikamet edenler hariç, zira bu kişiler evlerindeki aynaları gerektiği gibi kullanamayan ve insanların ortak yaşadıkları hemen heryerde genel ahengi bozmak üzere mutlaka varolan o çok tanıdık zavallı ayrık otlarındandır. Varlıklarının altını çizebilmek, kendilerini önemsetebilmek için sorun yaratmaktan başka çaresi olmayanlardan yani. Biz onları gayet iyi tanırız, eminim sizlerin arasında da onları yakından tanıyan epey kişi vardır. Bu küçük apartmanın yöneticisi emekli bir TSK mensubudur, iki yetişkin evlâdı vardır, her ikisi de avukattır. Beyefendi tavrı ve tecrübeli kimliği ile öteki sakinler tarafından saygı duyularak sevilen apartman yöneticisinin de bu ayrık otları ile başı doğal olarak derttedir...

Beşinci kattaki daireye ortak kararla tahsis edilen bodrum kattaki depo bir süre boş kalır, daha sonra bu ayrık otları tarafından kimyevî maddeler üreten bir firmaya gene depo olarak kullanılmak üzere kiralanır. Ancak; depoyu kiralayan şahıs bodrum katta birtakım kimyevî çalışmalar yapmaya başlayıp onu ona, bunu şuna karıştırınca kimi gazlar açığa çıkacak, alt katta oturan şahıslar bu sebeple fena halde rahatsız olacaklardır. Sözgelimi; evinizin banyosunda bir miktar çamaşır suyu ile tuzruhu gibi asidik bir maddeyi birbirine karıştırırsanız derhal bir tepkime meydana gelir, açığa çıkan yakıcı buharı solursanız hayatî tehlike altına girersiniz, nefes yollarınız yanıp yapışabilir mazallah! Bu tarz tehlikeli kimyevî maddelerle çalışan kiracının varlığı apartmandaki sıhhî vaziyeti iyice tehdit eder hale gelince kiraya veren kişi yönetici tarafından ''caaaartt, kaba kaat!'' şeklinde değil, kibarca uyarılır ama aldığı cevap pek öyle kibarca olmaz! ''Biz istediğimize kiraya veririz, burasını bize tahsis ettiniz, çıkaramazsınız kardeşim! Höt, zöt!'' diyen ayrık otları ile yönetici arasında bir tartışma yaşanır ve apartmandaki huzur adamakıllı bozulur. Karşılıklı açılan davalar neticesinde kimyevî maddeler üreticisi şahıs apartmanı küllîyen havaya uçurmadan mahkeme kararı ile oradan çıkarılır. Kendilerine hakaret ettiği iddiası ile yöneticiyi mahkemeye veren ayrık otları ortada şahit-mahit olmadığından savcının verdiği takipsizlik kararı ile kıçüstü otururlar! Lâkin; insan sûreti içinde tebdîl-i kıyafet eyleyerek ortalıkta dolaşmakta olan bu gibi mahlûklar hak kavramını yalnızca kendileri açısından gördüklerinden küçük apartman içindeki gündelik hayatı çeşitli şekillerde zorlaştırmaya devam edecek, toplantılara iştirak etmeyecek ve haftada bir yıkanan merdivenler için kapılarının önüne bir kova su dahi koymayacaklardır. Bu nedenle onların bulunduğu kat temizlenmeyecek, apartman içinde yapılması plânlanan boya-badana işi kendilerinin bulunduğu kata gelince son bulacak, kimse onlarla görüşmeyecektir. Bu arada; apartman sakinlerinin tepesinde çocuk tepindirilerek, balkondan, pencereden üstlerine halı silkelenerek bazı varlık gösterme çalışmaları yapılacak, hâttâ kapı önünde park edilmiş otomobillerinde birdenbire gizemli çizik vakaları ortaya çıkacaktır! Bütün bunlara rağmen taşmamış olan malûm bardak ise ancak geçen Pazar günü vuku bulan olay üzerine artık köpürerek taşacak ve icap eden elbette yapılacaktır. Genç çift derhal tatilde olan emekli asker yönetici ile temasa geçecek, diğer mülk sahipleri ile konuşacak ve çiftimize yönetim kurulu kararı ile müthiş bir gol atma yetkisi verilecektir!..

Futbol izlemenin en keyifli kısmı ustaca kurulan bir ekip oyunu sonucunda seçilen kişinin gereken voleyi çakıp topu filelere gömdüğü an olsa gerektir diye düşünüyorum, bu durumda yukarıdaki fotoğrafta görülen sevinç ve zafer duygusu hiç te haksız değildir. Şimdi sizler de koltuklarınıza sıkıca yapışıp maçın en heyecanlı kısmını izleyiniz efendim, zira genç çiftin posta kutusuna bırakılan A 4'e cevap aynen şu şekilde gelecektir:

“KENDİNE YAPILMASINI İSTEMEDİĞİNİ BAŞKASINA YAPMA !!!”

1. Giriş kapısı kilidini özellikle ters dönük olarak bırakmayacaksınız!!
2. Komşunuz kapıda kaldığında ; camı kırmaya çalışmakta olduğunu duyup
otomat ışığını yakıp sesi dinledikten sonra, pencereden aşağı baktığınızda
ve birbirinizi gördüğünüzde, panjuru kapatıp saklanmayacaksınız!!
Yok, tercihiniz bu şekilde davranmaksa ve insanlık anlayışınız buysa;
sonrasında da aynı insanların, sizin kapınıza değişen anahtarı bir jest veya
görev olarak bırakmasını beklemeyeceksiniz !!
3. Tepenizde gürültü yapılmasını istemiyorsanız siz de yapmayacaksınız!!
4. Merdivenden, her ne saatte olursa olsun topuklarınızı vura vura
inmeyeceksiniz!!
5. Camdan örtü silkelerken aşağıda biri olup olmadığına, temiz çamasır serili
olup olmadığına bakacaksınız!!
6. Apartmanda her dairenin şikayetçi olup rica ile ilettiği bir konuda “bana
karışamazsınız”
diyerek ısrarcı olup, işi mahkemelere kadar götürüp, ondan
sonra gereğini yapmak zorunda kalmayacaksınız!
7. Sizden rica edilmiş olmasına rağmen, klima defrost hortumundan akan
suyun bir “çin işkencesi” gibi rahatsızlık vermesine 3 yıl boyunca duyarsız
kalmayacaksınız!
8. Aidatlarınızı ödeyecek, ortak apartman kararlarına uyacaksınız!!

Bu liste uzar gider…

SONUÇ:
Kilit değişimi, yöneticinin ve çoğunluğun onayı ile gerçekleşmiştir. Apartmanda yaşama kurallarına uyan, aidatını ödeyen her daire ve ferdi, değişen kilit anahtarlarına sahiptir ve bu konuda bir sorun yoktur.

Birisine olumlu bir yaklaşımda ve saygı ile davranılması için onun ortak yaşam kurallarına uyuyor ve o topluluğun bir üyesi olarak kabul ediliyor olması gerekir.

Daire kapılarını tek tek çalın ve bir yedek anahtar isteyin!!
KOMŞULARI İLE UYUMLU, SAYGI GÖSTERMEYE VE BULMAYA BU KADAR HASSAS İNSANLARIN, BU KONUDA BİR SORUNU OLMASA GEREKTİR.
Sizi, bu apartmanın saygıdeğer bir ferdi ve komşusu olarak gören birisi, bu talebinizi yerine getirir (di) mutlaka. Ama öyle birisi yok ve o nedenle anahtar posta kutunuza bırakıldı.
Anlayan için bu yeterli bir açıklamadır. Hediyemiz olsun!

BUNUN DIŞINDA; APARTMAN ORTAK KULLANIMINA AİT HERHANGİ BİR KONUDA, YÖNETİM VE ÇOĞUNLUĞUN ONAYI OLMADAN YAPILACAK HER TÜR BİREYSEL MÜDAHALENİN GEREKLİ YASAL KARŞILIĞINI BULACAĞINI İHTAR EDERİZ!

RAHMİ BEY APT. YÖNETİMİ VE SAKİNLERİ

''Çaktım voleyi, attım golü!'' başlığı ile bana dün gelen e-maili okuduğumda futbolu zerrece sevmeyen ve de bugüne kadar hiç ilgilenmemiş biri olmama rağmen ''goooool, gooool, gooool!'' diye bağırarak dizlerimin üzerinde bir süre kayıp ıslık çalmam ve kendimi David Beckham gibi hissetmem nedense bana hiç tuhaf gelmedi. Bilmem size tuhaf gelecek mi? Bu siteye taşındıktan kısa bir müddet sonra bahçelerine kedi girdiği (?) için kapıma gelen bazı şahısları baştan ben de sükûnetle dinlemiş, ''hangi kedi, nereden biliyorsunuz bana ait olduğunu, bu çevrede hiç mi sokak kedisi yok, bahçelerde görülen ilk kedi vakası mıdır bu, kedi girdi ise ne yaptı peki, mevsim zaten kış, bahçeler takır takır, hayrola?'' falan diye hiiiç sormadan gereken önlemleri alacağımı gayet uygun bir dille beyan etmiştim. Nitekim bahçemin çevresini tel örgü ile çevirip, üzerine de üç sıra dikenli tel yaptırtmak sûreti ile bana maliyeti 1500 YTL.- olan önlemimi de derhal almıştım (bugün beni evden telefonla arayan ve yaşananları yakından takip eden bu konuda gayet yetkili ve tanınmış bir kişi bunu son derece gereksiz bulduğunu ifade ederek niçin o zaman kendisini aramadığımı sordu ama olan olmuştu, artık geçmiş olsundu bana!). Fakat karlı-buzlu bir kış günü, ben marketten dönerken otomobilinden ''komşuuu, komşuuuu'' diye seslenerek inen hiç tanımadığım bir kadın yanıma gelip ''siz burayı telle kapattınız ama böyle olmayacağını ben söylemiştim, aslında bahçenin üstünü tamamen kapatmanız gerekirdi, zaten suç sizin değil size ev kiralayanın, bla bla bla, ayrıca da bla bla bla bla!'' diye kafamı ütülemeye başladığında o zamana kadar sabır ve sükûnetle taşmadan muhafaza ettiğim bardağımın içine sandoz atılmış gibi cızırdayarak köpürmeye başladığını hissetmiş, hiç tanımadığım bu acaip kadına doğru yavaşça dönmüştüm!............................(Buradaki boş noktaları herkes kendine göre doldurabilir) Benim kendisine söylediklerimden sonra suratının rengi ve ifadesi hayli değişen kadın ''aaa, aaa???!!!!'' derken bahçe kapımı açıp içeri girmiş ve kapıyı da dankkkk diye suratına kapamıştım! Bu kadar kerkenezce, bu denli aptalca birşeyi karşıma geçip söylemeye cesaret ederken sonunu hiç düşünmemiş ve kendince gayet mantıklı ve de haklı birşey söylediğini zannetmiş olan o kadın+ onun gibiler bir daha asla kapımın eşiğinden dahî içeri geçemediler, geçirtmedim, geçirtmem! Sadece kendilerine yakışanı yapıp arkamdan konuşup dedikodu ederek, kapımın önünden geçerken içeriye ters ters bakarak varlıklarının altını çizmeye çalıştılar ki o da beni hiç enterese etmiyordu zaten:) Aynı kadınları geçen Regâib Kandili gecesi, üstelik benim evimde misafirim de varken karşı evlerden birinde kopan feyat figan karı-koca kavgasına müdahale etmek için, ayaklarında şıpıdık terliklerle yel yeperek, yelken kürek koşarken gördüğümüzde (bunlar her durumda onlayndır ya, olay çıksın, bunlar gidip durumu düzeltsin, barıştırsın, sonra da bolca dedikodusunu yapsın şeklinde) ayıp olmasın, özellikle kavga eden çift görüp sonradan utanmasın diye derhal içeri girip bakmamıştık bile. Sadece o sırada evimde olan ''ağır misafir'' hüzün ve utançla yüzüme bakıp ''buradan bir an evvel taşın, burası sana göre bir yer değil'' demişti, ben de başımla onaylayarak susmuştum, o mübarek gecenin huzurunun içine de bu şekilde edilmişti yani özetle, o kadar... Evveli ve sonrasında yaşananların büyük bölümü burada anlatılmıştı zaten, yinelemeye hiç gerek yok bu yüzden...

Bundan sonrasını ise müsaadenizle kendime saklayacağım efendim, zamanı gelinceye kadar elbette. Kendi çıkarları zedeleninceye kadar çevrelerinde yapılan haksızlıklara ve bizzat kendi yaptıklarına hiç aldırmayıp benzer değneğin ucu kendilerine dokunduğu vakit ayaklananlarla hiç işim olmaz, müstehaktır der, güler geçerim! Bizim ailede genetik bir tuhaflık olduğu kanaatindeyim öte yandan; babadan miras Engin Ardıç iptilâmız yanında herhangi bir haksızlık durumu ile karşılaştığımızda, ucu bize dokunsun ya da dokunmasın derhal gereken vaziyeti alıp, ustaca oyun kurup, yeri ve zamanı geldiğinde de voleyi çakıp golü atmamıza bakılırsa aynen öyle. Zira; yukarıda sizlerle paylaştığım ve hiç saptırılmadan anlatılmış olan hikâyenin başrolündeki genç çift benim erkek kardeşim ve eşi oluyor efendim, yazıyı yönetim kurulunun kendisine verdiği yetki ile kaleme alan da bizzat Halûk Demiralp, yani benim kardeşim:) Şimdi izninizle bir defa daha ellerimi yumruk yapıp dizlerimin üzerinde kayarak ''gooool, gooool, goool!'' diye bağırıyorum ve ardından süpürgeme atlayıp yeni hikâyeler avlamak üzere havalanıyorum! Lâf aramızda; ben bizim ailedeki bu genetik tuhaflığa bayılıyorum:)

Biliyor musunuz; bizim site içinde halen devam etmekte olan inşaatın amelelerinden biri bu sabah kapımı çaldı ve ''aplaa, sizin kapı önüne beton yapıcaz da, şu fişi bi takıversen aplaaa, bizi gene fırçalama da aplaaa'' deyip elindeki kablonun ucunu çekinerek bana uzattı:) ''Benim derdim sizinle değil ki kardeşim, hâlâ anlayamadınız mı bunu siz?'' derken şaşkınlıkla yüzüme bakan adamcağız ''aplaaa, bi de soğuk suyun varsa ver Allah rızası için aplaa, Allah hastalığına şifa versin aplaaa'' dediğinde anladım ki kendilerine bazı şeyler söylenmiş benim hakkımda. ''Lâfı mı olur kardeşim, elbette'' diyerek şişeyi ve bardakları eline tutuşturup gülümsedim gariban adama:) Meselenin iki-üç emekçi insana su vermek olmadığını zaten daha önce de belirtmiştim. Tornavida dandikse vazifelerini lâyıkı ile yapamayan vidaların suçu ne, e değil mi ya? Herhalde kopan cayırtıdan ve caaartlatılan o kaba kaatlardan sonra ''bu karı kanser hastası kardeşim, o sebeple kafadan sakat, aman bulaşmayın buna!'' dendi ki adamlara, Allah'tan hastalığım için şifa dilediler verdiğim suyu içerken:) Allah razı olsun, helâli hoş olsun onlara da, sakın yanlış anlaşılmasın, aynı helâllik elbette sebil misâli akmayacaktır benim tarafımdan o bazılarına! Ezcümle; evinizdeki aynaları parlatmayı unutmayın sakın, kendinize yapılmasını istemediğiniz şeyi zinhar başkalarına yapmayın! Ne demek istediğimi daha iyi anlamak isterseniz boomerang kelimesinin sözlük anlamını araştırın. Hadi ben uçtum şimdi, yeniden buluşuncaya kadar insanlığınıza iyi bakın...


Ek not: Yarın Kanal B televizyonunda yayınlanan ''Doğadaki Dostlarımız'' adlı güzel programın ekibi çekim yapmak üzere bizim eve geliyorlar. Burada gerçekleştireceğimiz bu son çekimden sonra zaten artık fazla durmayacağız, akıl ve beden sağlığımız için son derece tehlikeli görüyoruz burada gereğinden fazla oyalanmayı zira. Programın yayın tarihini bilâhare duyuracağım efendim, cümlemizden cümlenize bakî selâmla...

Pazartesi, Ağustos 06, 2007

El Especia/ Baharat...

Baharat mühimdir demiştim daha önce; bana göre yemeğin namusudur diye de eklemiştim. Baharat tek taraflı bir kavram değildir, damakta bıraktığı tat kadar bellekte bıraktığı koku izi, dokunulduğunda parmak uçlarında bıraktığı his ve rengi de anlam katar ona. Bu sebeple baharatın serüveni herhangi bir dükkâna girilip satın alınan birkaçyüz gramlık malzeme olmakla sınırlanamaz. Sadece damağınıza dokunan buruk ve akılda kalıcı lezzetle daraltamazsınız baharatın anlamını, kişisel tarihinizdeki kimi ''an''lara usulca taşır sizi, bulunduğunuz yer ve zamandan alıp hafızanızın derinliklerine uçurur. Bu nedenledir ki; ''alt tarafı baharat...'' deyip geçmek hem haksızlık, hem de hatırı sayılır bir hata olur...

''Hiçbir mutfak birden fazla kadını alacak kadar geniş değildir'' denmişse de; yemek pişirmenin kendine özel ritüeli o kadar paylaşılamayacak birşey değildir, daha doğrusu bu zamana, zemine ve mutfağı paylaşacağınız kişiye göre değişir. Kaldı ki; özel günlerde, ailenin bir araya toplanacağı sofraları kurmanın icabıdır aslında mutfağı paylaşmak. Asıl besteyi tamamlamak üzere eklenmesi gereken o gayet mühim notaya, yani ''bir tutam baharat''a gelene kadar konuşturulması gereken hayli kaabiliyet mevcuttur mutfakta. Ve asla unutulmaması gereken şey de şudur ki; bunu yalnızca kadınlar yapmaz, yemek kotarmanın o çok özel, bereketli zevki sadece kadınlara ait olamaz... Bu tarz bir ezberi bozabilecek nice misâl arasından ben ''Bir Tutam Baharat/Politiki Kouzina'' adlı güzel filmi seçtim sözgelimi, ''A Touch Of Spice'' da denebilir duruma göre, kullanılan dil hariç arada fazla fark bulunmaz...

Bu fotoğraftaki adamlardan biri size gayet aşinâ gelecektir ihtimâl; çalkantılı özel hayatı ile hiç te lüzumu olmadığı halde kendisinden devamlı haberdar edildiğimiz bir oyuncudur bu kişi, yani Tamer Karadağlı. Her ne kadar bu fotoğrafta üzerinde görmeye alıştığınız o mâlum ''taş fırın erkeği'' gömleği yok ise de tamamen çıplak sayılmaz, zira göğsünde mebzûl miktarda ağarmış kıl mevcuttur. Öteki adamla kıyasa kalktığınızda ''surat ifadesi ve kıl miktarı'' farkı ile, bir de kendisini evvelden tanıdığınız için açık ara önde görünebilir amma burada asıl üzerinde durulması icap eden kılsız-tüysüz görünen melankolik bakışlı diğer adamdır, bana göre öyledir tabii, ''size göre''sini bilemem. Bu adam Georges Correface'tir...

''Politiki Kouzina''da çocukluğundan beri yemek pişirmeye meraklı bir adam olan Fanis Lakovidis'i canlandırmaktadır. Yunan asıllı bir aktördür kendisi ama Paris'te doğmuştur, anadili hariç üç dili daha mükemmel konuşması ile bilinir. ''Multi cultural'' bir adam olarak tanımlanır sinema dünyasında, kariyeri gayet sağlamdır. Bu nedenle kendisine teklif edilen roller genellikle birbirine benzemeyen, uç kimliklerdir ve Correface bu farklı rolleri giyinmekte doğrusu hiç te zorlanmamıştır...

Şekilde görüldüğü gibi Küba'lı efsane Che Guevara'yı bile canlandırmışlığı vardır bizim adamın. Ernesto rolünün de üstesinden gelmiş, oyunculuk kariyerine bir başka başarıyı bu sayede eklemiştir. ''Bir Tutam Baharat''ta canlandırdığı karakter kırklı yaşlarında bir astrofizik profesörüdür aslında ama İstanbul'da, yani doğduğu şehirdeki hatıralar peşini hiç bırakmaz. Fanis doğuştan donanımlı bir yemek ustasıdır öte yandan, baharatlarla gezegenler arasındaki bağlantıyı ilk kez dedesi Vassilis Efendi'nin baharatçı dükkânında kurmayı öğrenmiştir ve artık baharatlarla ilişkisi tıpkı gezegenlerle olduğu gibi hiç bitmeyecek, kişisel hikâyesinin sona ereceği yere kadar sürecektir. İstanbul'da başlayan bu serüven Atina'da devam edecek, seyirciyi mutfaktan hiç çıkarmadan oradan oraya, insandan insana, duygudan duyguya başarıyla sürükleyecektir...

Benim gibi; ailesinin bir tarafından kaçınılmaz olarak ''suyun öte yanı''na bağlanmış olan şahıslar, hele ''kentlerin kraliçesi İstanbul'' ile aralarında uzatmalı bir aşk ta varsa bu filmi içlerini titreten bir sevgi ile izleyecek, beş ayrı başlıktan oluşan film bitip ekranda jenerik akmaya başladığında kendilerini tuhaf bir baharat kokusu ile çevrelenmiş hissederek oturdukları yerden kalkmak istemeyeceklerdir. Muhtemelen parmaklarını sık sık burunlarına götürüp koklayacak, hâttâ gecenin bir vakti mutfağa dalıp yemek yapmaya bile kalkacaklardır, buna şaşmamak gerekir. Bu filmde artık çoktan yıkılmış olan o anneanne evlerinin eski tip mutfaklarındaki bütün sesler, kokular ve lezzetler vardır sanki, bu adamın yüzünde de eskiye dair özlediğiniz herşeyin özetini bulursunuz adetâ, koşup boynuna sarılmak, omuzuna yaslanıp kokusunu içinize çekerek ağlamak isteği uyandıran acaip bir çekiciliktir bu, ifadesi müşküldür. Bu adam kapınızı ansızın çalıp yıllar sonra çıkagelsin, size sarılıp uzun süre öylece kalsın istersiniz, hâttâ bir süre ''olur a, belki de çalar'' umuduyla kapı ziline kulak kesilirsiniz...

Ne ki; Georges Correface halen Paris'te yaşamaktadır, ayrıca çok işi vardır, habire film çevirmesi, konferanslar falan vermesi, kimi ödüller alması gerekmektedir, üstelik siz İstanbul'u terkedeli neredeyse bir sene olmuştur, sevmediğiniz, sevemediğiniz bir şehirde öyle ya da böyle, daha bir süre yaşamak zorundasınızdır. O sevmediğiniz, sevemediğiniz şehirde zaman sanki hep aynı ağır ritmde akmaktadır, yaşadığınız anlamsız sitedeki bir o kadar anlamsız inşaat ta dahil, herşey eski tas-eski hamam kıvamındadır ama vaziyetteki yegâne fark artık o eski hamamın suyunun da kesik olmasıdır! Halihazırda tadından yenmeyecek duruma gelmiş olan o şehirde (buna şahtı, şahbaz oldu da denebilir rahatlıkla!) parmaklarınızı baharat kavanozlarına daldırıp koklaya koklaya rutin hayata farklı bir lezzet katmaya uğraşmanız, içine eklenen baharatlardan kimliği değişime uğramış yemekler yapmanız dahi kafî gelmez, nafile gayrettir. Kapınız çalınır tabii, gelen gideniniz çok olur dostlar sağolsun, orası ayrı ama bu adam ve peşine takıp getireceği hatıraları boşuna beklersiniz, çünkü gelmez, gelmeyecektir...




Bu filmi hâlâ izlemediyseniz bulup buluşturup izleyin, sonra mutfağınıza gidip baharat kavanozlarını yoklayın, tükenen ya da eksilen varsa hemen alıp yerine koyun. Ne yemeğiniz, ne de hikâyeniz yavan olmasın, eksik kalmasın, mutlaka tamamlamanın bir yolunu bulun derim. Ben baharatı her zaman önemserim, siz de sakın hafife almayın, sonra da oturup kapının çalmasını bekleyin. Olur da çalarsa, üstelik açtığınız kapının önünde Georges Correface duruyorsa hemen bana da haber verin :)

Cuma, Haziran 08, 2007

Murmullo/ Mırıltı...

Hayâllerimin toprağını eşele, ahşap kalbimi tırmala,
Kımıldasın herşey
Çünkü bir kedi kadar gövdesi var kırılmış ve yorgun heveslerin
Evler kedisiz yetim, sokaklar kedisiz üvey sayılır,
Ben budalasıyım aşkın.
Beni de boynu ıssız kedilerden sayın
Nasılsa ağzım var, dilim yok
Kedilerimin kardeşiyim,
İnceliği ve mahcubiyeti onlardan öğrendim
Beni turnasız türkülerin, beni solgun bir kedinin kalbinde unuttular...

Üzgün Kediler Gazeli/Engin Turgut

Zamanın açık unutulmuş penceresini biraz daha aralayıp usulca süzülürler hayatın dışına günün birinde, mutlaka giderler, kalıcı değildir hiçbiri. Bunu bile bile onları tutkuyla sevmek, sevebilmek insan yüreğimizin sonu belirsiz müebbedi değil midir zaten? Dün biri daha gitti meselâ; senelerdir görmediği sanılan gözleri ışıkla kamaştığında belki son bir defa dönüp ardına baktı, sevdiklerini ve sevenlerini üzeceğini biliyorsa da gitmeliydi, ve gitti, geride üzeri tüylü bir battaniye ve kırık dökük mırıltılar bıraktı. ''Artık ölmeye yattı'' demişti can arkadaşım son konuşmamızda, yıllanmış kedileri Prenses dün yattığı o yerden doğrulup sonsuz bir aydınlığa kalktı. ''Şimdi''si çok zor, biliyorum, çünkü öyle olmalı. İnsan uzun zamanları bölüştüğü nefeslerin yokluğunu öyle kolay kolay unutmamalı. Şimdi artık battaniyeyi silkelemeden, öylece katlamalı, su kabını, yemek kabını, kum kabını toplamalı. Toplamalı evin dört tarafına dağılmış ince, güzel, hazin hatıraları, bir kutuya koyup kapağını sevgiyle kapamalı. Ağlamalı insan şimdi, içinden yükselen acıya karşı koymamalı. Perdeleri çekmeli birkaç gün, Ankara'yı dışarıda bırakmalı. Belki bir zaman içini çekerek, kırgın, üzgün uyumalı. Böyle bir yokluk hâlâ deli-divane sevilen sevgilinin kapıyı çekip çıkışına benzese de, dayanmalı insan, çaresiz bu yoksulluğa da alışmalı. Çünkü giderler, kalıcı değildir hiçbiri. Hem; zamanın penceresi kilit tutmaz ki, dört tarafından çivileyip, sıkılayıp yatsan da sabah uyandığında bir de bakarsın aralık. Perde inceden bir rüzgârla uçuşmakta, içinde varlığının en tuhaf korkularından biriyle koşup bakarsın o köşeye, boş minder hâlâ ılık, battaniye buruşuk, öylece durmakta. Az sonra yağmur indirecektir mutlaka, yanakların ıslanacak, ayak bileğinde eski bir tırmık izi sızlayacaktır. Senin burnunu çekerek kapadığın o son sayfa artık başka ve eskitilmemiş bir hikâyenin
önsözü olacaktır. Perdeleri kapa, başını yastığa koy ve ağla biraz, ve bil ki o çok tanıdık sevgili mırıltı sen unutuşa teslim olmadıkça hep yanında olacaktır...

Çünkü mutlaka giderler, kalıcı değildir hiçbiri... Ve çünkü;

Sic transit gloria mundi... (Latince:"İşte dünyanın ihtişamı böyle gelip geçici")

Çocukluk arkadaşım sevgili Baturhan Atabey'lerin can ortağı, sevgili kedileri Prenses'in aydınlık hatırasına sonsuz şükran ve derin saygıyla... Güle güle, bir defa daha...

Cuma, Mayıs 18, 2007

El diez y ocho de Mayo/ Mayıs'ın 18'i...



Dünkü katlanılması zor bozkır sıcağının ardından geceyarısı rüzgârın baskınına uğradık; panjurlar çarptı, örtüler, minderler uçtu, ortalık karıştı. Oysa miskin yaz nasıl da serilip uzanmıştı bahçelere, sıcak nefesini üfleyerek yavaşlatıyor, uyuşturuyordu herşeyi, kimsenin canı hiçbirşey yapmak istemiyordu. Bu atalete öfkelenmiş olduğunu sandığım rüzgâr peşine yağmuru da takarak gecenin kapısını tekmeledi ansızın, terli yataklarında öylece uyuklayanlar önce ürperip sağdan sola döndüler. Sonra sırtları üşüdü, uykuları bozuldu, gözlerini açıp keyifsizce baktılar etrafa ve ''ammmannn!'' deyip telâşla fırladılar yataklarından, çıplak ayaklarla camı çerçeveyi kapatmaya koştular. ''Yağmurda ilk kurtarılacak'' şey herkese göre değişirdi kuşkusuz, kimi aceleyle ipteki çamaşırlarını toplar, kimi masanın örtüsünü, sandalyelerin minderlerini kaldırır, bazısı çimenlerin üzerine devrilip bırakılmış bisikleti sundurmanın altına alırken bir diğeri pencerenin pervazında unuttuğu sigara paketi ile çakmağını hatırlardı ama gecenin bir vakti, uyku sersemliği ile yapılacak yegâne şey koşup camı kapatmaktı. Çünkü rüzgâr bu şekilde baskına gelmişse kafası fena atmış demekti, pencereleri çarptırıp camları indirmeden yetişmek gerekti. Yarattığı telâştan gayet memnun olan rüzgâr arkasına dönerek keskin bir ıslık çaldı ve alesta bekleyen yağmura emir verdi: ''ileri!..''

Uykularının eteği rüzgârla başına geçmiş olanlar yalınayak yataklarına döndüler muhtemelen, mülkiyetlerini tabiatın elinden bir kez daha kurtarabilmiş olmanın sahte huzuru içinde battaniyelerine sarınıp yattılar. Ama kaldıkları yerden başlayamadı hiçbiri uykusuna, sağa döndüler, sola döndüler, ışığı açıp saate baktılar, neden sonra içlerindeki o ''sanki dışarıda önemli birşey unutmuşluk?'' hissi içinde yamalı uykulara daldılar. Unutmuşlardı evet, dışarıda muhteşem bir Mayıs yağmuru vardı ve hayattaki bütün ''an''lar gibi o da bir daha asla tekrarlanmayacaktı. Tıpkı o sırada kapı önünde içilen kahvenin dumanının yağmurla yıkanan topraktan yükselen sihirli kokuya bir daha asla aynı şekilde karışmayacağı gibi...Çünkü ''cennet ve cehennem daima andadır ve evren bizim mutlu olmamızı ister.'' (Nil Gün/Çekim Yasası)
Bu eski bir haberin karikatürize yorumu aslında, ama şimdinin gündemine de uygun olduğunu düşünmekteyim. ''Aydın olmak için önce insan olmak lazım. İnsan mukaddesi olandır. İnsan hırlaşmaz, konuşur, maruz kalmaz, seçer. Aydın, kendi kafasıyla düşünen, kendi gönlüyle hisseden kişi. Aydını yapan: uyanık bir şuur, tetikte bir dikkat ve hakikatin bütününü kucaklamaya çalışan bir tecessüs'' demiştir ya üstad Cemil Meriç, ben onun ''nezleye yakalanır gibi ideolojilere yakalanıyoruz, ideolojilere ve kelimelere'' deyişini de hep sevmişimdir. Gayet kolay kışkırtılabilen, mukaddesleri üzerinden siyaset yapılmasına göz yuman, kendine ait bir duruşu, bir fikri olmayan, istenilen kabın şeklini derhal alarak bir kıvılcımla tutuşan topluluklar ''farkındalık''tan o kadar uzak geliyor ki bana, o kadar olur. Bu sebepten; kim ne derse desin ve hakkımda ne düşünürse düşünsün umursamıyor, bazıları ile lüzumsuz polemiklere girmek yerine bahçedeki çimenlere uzanıp kitabımı okuyorum. Arada başımı kaldırıp etrafa bakıyorum da, hiçbirşey tek renkli ve tek sesli değil tabiat dediğimiz o müthiş sistem içinde. Ve ben onun bir parçası olmaktan ötürü çok mutluyum, ve benim bahçemdeki çimenlere herkes+herşey basabilir çünkü çimenler basılmak, üzerinde yatıp yuvarlanmak, keyfini çıkarmak içindir, düzenli aralıklarla biçilip mükemmelen sulandığı halde asla basılmadan, uzaktan seyretmek için değil!.. ''Lûtfen çimenlere basmayınız''cı pek kibar zihniyetin tebası ve bunun sebebini hiç sorgulamadan direkt uygulayıcısı olmuş muhteremler, buyrunuz, buradan geçiniz ama çok rica ederim daha fazla kalmayınız, artık geçip gidiniz!..


Salı, Mayıs 15, 2007

Amapola/ Gelincik...

Okumadan atladığın sayfalar,
Hayatının kırık notlarıdır...
Anılar, şimdi o yorgun sular,
Bu şiirin kanayan rüzgârıdır...
Her ırmak kendi göğüne yaslanır,
Her kuş kendi göğünü gök sanır...
Sahiplenerek yürüdüğün o ömür var ya;
Havada uçuşan gelincik tozlarıdır...

Bülent Özcan/''Gelincik Tozları''
Londra - 11.01.2001

Bahçede kendiliğinden açıvermiş; elma ağacının dibinde bu sabah gördüm. Yaprakları usulca sallayan esinti azıcık daha hızlansa çıt edip kopacak kadar inceydi boynu, parlak, arsız kızıllığı yanında mütevazı ve çekingen edası melodiye bir türlü oturmayan, prozodosi yanlış şarkı sözlerini hatırlatıyordu insana. Biraz da anneanneyi hatırlatıyordu, ''gelincik şerbeti'' tarifini aklında yazılı tutan bütün ölmüş Girit'li kadınları hatırlatıyordu. Bu açılıp saçılmış çiçek halinin akşama kalmayacağını, her bir çeneğin başka bir yöne uçuşup kaybolacağını bilmek acıtıyordu. Koparıp vazoya koyamayacağını, ne yapsan onun bu bir günlük saltanatını daha fazla uzatamayacağını da biliyordun, ne tuhaf... Belki de bu yüzden toplayıp şerbetini yapmayı akıl etmişti o eski kadınlar, bu gelip geçici hikâyeye bir virgül koymak, o ifadesi güç rengi hiç olmazsa birkaç ay saklayabilmek için. Zamanın hoyrat rüzgârından bir avuç gelincik kırmızısı kurtarıp kimbilir kimlerin ve nelerin kırdığı gönüllerini biraz olsun teskin edebilmek için belki...

( Kardeşim, üzerinize kuş sıçmıyorsa, köpek işemiyorsa, sabaha karşı terlemiyorsanız “klimatize” ortamlarınızda, çocukların topları ezmiyorsa şen şakrak; bilin ki sıçtınız! Bittiniz, artık kokunuz da kalmadı, renginiz de… Terletmeyen, 24 saat etkili deodorantlarınızla ozon tabakasının da içine sıçtınız, ter bezlerinizin de… Parfümlerinizle bastırdığınız kokunuz sizindi, sabah akşam sıkındıklarınızla kaç kişilik bir “aynı kokar ordusunun neferi” oldunuz? Sayamıyor musunuz? Bence artık “limited” işaretli ürünlerden kullanın. Ben size daha ne diyeyim?) diyerek pencere ardı çiçeklerine ve o çiçeklerin sahtekâr insanlarına seslenen yazarın bu kırılgan gelincikle alâkası nedir diye düşünmek beyhûde. Zaten bu mevsimde birşeylerin birşeylerle ne kadar uyup uymadığını, ne kadar alâkalı olup olmadığını düşünüyorsanız Mayıs fazla kalmaz ki sizde, çeker gider. Ve haklıdır üstelik, çok ta iyi eder!..