JellyPages.com

Cumartesi, Ekim 20, 2007

De Varios Colores/ Rengârenk...

Taa oralara kadar gitti evet, yeniden kalkıp gitti. Asıl adı başka ama, bizim kullandığımız adı: Navanalini... Hintli falan değil, o da Türk bizler gibi. Yıllar evvel düşürmüş yolunu ilk kez Hindistan'a, hayatı değil, bizzat kendini çözmek ve elbette dolaşıp gezmek için. Ruhundaki perdeleri bir bir kaldırmış bu seyahat, dönüp geldiğinde artık farklı biriymiş. Bunda Hint memleketinin hususî kerameti nedir-ne değildir, orasını bilemem ama bu uzun yolu göze alıp gidenlerin orada aslında kendi içlerinde olan sırrı keşfedip, ruh karmaşalarını geride bırakarak tuhaf bir sükûn içinde döndüklerini bilirim. Hani kilidin anahtarı kayıptır, bir türlü bulamazsınız koyduğunuzu hatırladığınız yerde ya, siz aramaktan usanıp bıraktığınızda koyduğunuzu sandığınız yerde değil, bambaşka bir yerde şak diye bulursunuz, ''ya ben buraya bakmıştım demin, nasıl da görmemişim, kör müyüm neyim?'' dersiniz kendinize, işte o hesap... Bazen insanın meseleleri halletmek için onlara hep olduğu yerden değil, farklı bir açıdan bakması gerekebilir. Bunun için de ya bir adım geri gitmesi, ya beş adım aşağı inmesi, yâhut üç adım yana geçmesi gerektir. Hep duradurduğu noktadan vazgeçmek ve başka yerleri denemek iyidir. İşte o da bunu yapmış aslında. Ve bulmuş olması gereken yeri, darısı halen çabalayanların başına...

Öteden beri sevmişimdir ben Hint kültürünü, sanatını, felsefesini falan. Parıltılı ve rengârenk ''sari''leri, şıngırtılı takıları, alınlara yapıştırılan ''bindi''leri, o kara kaşları, gözleri, saçları, sevimli dansları, baharatları, vejetaryen yemekleri, baygın kokulu tütsüleri, şarkıları, filmleri, dumanlı nehir kıyılarını, tapınakları hiç gidip görmemiş olsam da hep sevmişimdir. Bu sebeple Navanalini'den ''gene gidiyorum'' mesajı geldiği vakit benim de içim gittiydi. Olmayı hiç istemediğim bir yerde, üstelik ameliyatlı ve hasta vaziyette uzun, kurak, huzursuz ve işkenceli bir yaz geçirmek zorundaydım. Çaresiz geçirdim de... Bu arada keyifle izlediğim bir filmi de anmadan geçemeyecek, denk gelirseniz mutlaka izlemenizi tavsiye edeceğim.


Sonra o döndü. Biriktirdiklerini paylaşmaya koyuldu, nasıl da sevindim. İçimden defalarca ''namaste'' dedim, yaratıcımızın bize bahşettiği herşeyin önünde her zaman saygı ile eğildim. Çünkü yaradılışın özünde saygı ve sevgi vardı bana göre, bunları hissetmeden sadece dilinden şükretmenin tuğlaları hayli eksik kalır, ilk yağmurda damı akardı. E-posta yolu ile anlattıklarını ilgiyle okudum, gönderdiği fotoğraflara hasetle değil, sevgiyle baktım. İnancınız her ne olursa olsun, oralarda edindiği bilgiler ve deneyimlediği ne varsa hepsi gayet evrenseldi, herkes konuyu kendine uyan tarafından yakalayabilirdi yani. Net, yalın, mütevazı, sakin, duru ve saftı söylediği herşey, farklılıklardan doğan armoniyi anlatan, rengârenk bir huzurdu bana göre. Şimdi o bilgiyi bölüştürüyor Ankara'daki evinde, kendi içinde keşfettiği ışığı paylaşıyor insanlarla. Tek derdi evrenin kutsal uyumundan ve özünde varolan barıştan giderek uzaklaşan dünyamızın dökülen sıvalarını yenilemek, akan damını onarıp tamir etmek. Bilginin paylaşılmadıkça hiçbir halta yaramadığının farkında Navanalini, o aynı zamanda bir ''yogini'' (*) , olabildiği kadar çok kişi tam içinde durduğu halde yerini bir türlü bulamadığı huzuru keşfetsin, kendisine bahşedilenlere bu huzurla şükretsin istiyor. Bunun için yazıyor, anlatıyor, gösteriyor, öğretiyor. Her sabah pencerenizden giren aydınlık gözünüzü kamaştırıp uykunuzu böler diye perdelerini sımsıkı kapatanlardansanız muhtemelen siz de kayıp anahtarınızı arıyor olmalısınız. Aşağıdaki bilgiler bulmanıza belki yardımcı olur diye, sevgili Navanalini'ye şükranla ve bir kez daha: Namaste!..


Kennedy Cad. 22/ 9 Bahar Apt. Teras katı ANKARA (533 610 74 64)


navalanini@gmail.com


(*) Yogini: Yoga uygulayan kadın...

Pazar, Ekim 14, 2007

S.....'lar neden bu kadar mutsuz?..

Eski yan komşum Esra'ya (ki; kaderin garip tecellîsi neticesinde ikimiz de aynı zamanda ayrıldık oradan) veda ederken ''yazacağım'' demiştim, ''bunu mutlaka yazacağım!..'' Ama gelin görün ki; şimdi içimde öyle tutkulu bir yazma, anlatma arzusundan eser yok, hani söz vermemiş olsam tek tuşa bile basmayacağım bu konuyla ilgili. Tuhaftır ya da belki değildir, eskiye ve ''oraya'' dair hiçbirşey düşünmek istemiyorum artık. Oysa duyan, tanık olan herkesin şaşkınlıktan donakaldığı, sonra da ruh haline göre ya küfürü bastığı, ya da lânetlediği, ''yuuuuuh!'' çektiği bu olay bizim ''orada'' yaşadığımız son bariz kötülüktü. O kadar net, o kadar açık ve o kadar kendini açığa vuran bir durumdu ki; başından beri olanların neredeyse toplamı sayılabilirdi. Kendi aramızda yaptığımız tahlillerde dönüp dolaşıp hep aynı noktaya vardık zaten, bu bir insanın etrafındakilere değil, aslında bizzat kendisine duyduğu müthiş nefretin ve daima yüzüne, bakışlarına yansıyan o kopkoyu mutsuzluğunun ayan-beyan manzarası idi. Çaresizliğin, başarısızlığın, hırsın, öfkenin, nefretin, kıskançlığın, kifayetsizliğin ve buna benzer diğer tüm ruhlara zarar hissîyatın toplamı ile zaten bakî sevgisizliğin çarpımı neticesi eşittir: ''hep o aynı, çok tanıdık mutsuzluk''tu çünkü, matematik bu kadar kesin kuralları olan bir bilimdi...

Gene çünkü; şu fotoğrafın çerçevesinden dışarı taşan evrensel sevgi o şahıs ve onun gibilerin yüreğine hiç uğramamıştı. Onun, onların kendilerine göre kuralları vardı, dış dünyayı buna göre düzenleme gayretleri aslında anlaşılabilir birşeydi ama bu düzenlemeyi ''sevgisizlik'' temeli üzerine bina edişleri içlerindeki enkazı herkes tarafından görülebilir kılıyordu ne yazık ki. Bu sebepten; o da yaptığı şeyin en doğru, en yapılması gereken şey olduğuna inanarak yaptı, eline geçen fırsatı hiç sektirmeden kullandı, böylece kendisinin ''en bir iyi komşu'', ''mükemmel vatandaş'', ''sorumluluk sahibi müstesna bir şahıs'' olduğuna adamakıllı inanacak ve vicdanını bu sayede rahat tutabilecekti, ayrıca kökü neredeyse bir sene evvelinde olan bir hikâyenin intikamını da almış olacaktı ki, bu onun için hepsinden daha mühimdi. Bundan ötürü; kendisine komşu evin (ki; bu ev içi henüz tamamlanmamış, ikamet edilmeyen, sadece ıvır-zıvır eski eşyanın deposu gibi kullanılan, sahibi tarafından ayda-yılda bir uğranılan, hâttâ arada ön veranda kapısı ya da mutfak penceresi rahatlıkla açık bırakılıp gidilebilen bir evdi) içinde mahsur kalan bir kedi farkedilip çıkarmanın yolu aranırken bahçeye fırlayıp orada bulunanlara aşağılık birer hırsız muamelesi yapmayı seçti. Oysa evin asıl sahibine zaten ulaşılacak ve bilgi verilecekti, kimse kimsenin içi inşaat halindeki boş evine keyif olsun diye girme derdinde değildi elbette, zaten demir parmaklıklardan içeri insan girebilmesi olanaksızdı ama kapı açılabilir durumda ise ufak bir kedi oradan kolayca çıkıp kurtulabilirdi. Lâkin; bu şahıs kendi mevcudiyetinin altını ancak bu şekilde çizebilir, boş bir evde mahsur kalmış, dışarı çıkmak için bağırıp yalvaran zavallı bir kedinin sırtından ancak bu tavırla ''hassas ve sorumluluk sahibi, mükemmel komşu'' primini elde ederek rahatlayabilirdi. İnsanları bir başkasının hanesine tecavüz ediyormuş durumuna düşürmekle eline daha başka ne geçtiğini bilemeyiz, bu onun sorunudur kuşkusuz ama neticeyi değiştirmedi, sadece geciktirdi. Kapı ya da pencere açıkken meraktan içeri girip sonra farkedilmeyerek üzerine kapı kilitlenen ufak kedi bu nedenle 48 saati aşkın bir süre aç-susuz, panik içinde kaldı ve kendisine ulaşılan ev sahibi gelip kapıyı açarak üçüncü günde kurtarılmasını sağladı, müthiş beyefendi ve vicdan sahibi bir insandı çünkü, değil hırsız muamelesi yapmak bize teşekkür dahî etti adamcağız haber verdiğimiz için. Biz karşılıklı memnuniyetle el sıkışırken daha önce bahçeye çıkıp ortalığı velveleye veren kişi niyeyse bu defa ortalarda görünmüyordu? Hassasiyetinin ve başardığı şeyin keyfini çıkarıyor olsa gerekti kendince...

Bu görkemli final başından beri ''orada'' yaşadıklarımızın cümle sonu, noktası gibiydi. Düşürülmek istendiğimiz vaziyet hoş değildi, bunun yansıtılış biçimi ise çok daha berbattı ama dedim ya, artık üzerinde düşünmek ve konuyu uzatarak enerjimi tekrar bozmak istemiyorum. Çünkü bu sabah uykumdan Alan Parsons'un ''Freudiana'' isimli albümünde yer alan ''I Am A Mirror/Ben Bir Aynayım'' şarkısı zihnimde çalarak uyandım. Tematik albümleri ile tanınan sanatçı bu albümünü meşhur psikanalist Freud'a adamıştı. Freud ise insan zihninin karmaşalarını kendi formülü ile açıklayarak zamanında ortalığı sallamış, halen adı ve yöntemleri üzerinde hummalı tartışmalar süren bir bilim adamıydı. Aynanın karşısında dişlerimi fırçalarken bir taraftan da şarkıyı mırıldanıyor olduğumu farkettim. Hayatlarında evrensel sevginin olması gereken yerde kocaman ve karanlık bir boşluk bulunan bu kişilere acıdım o an. Onların aynalarından iyi ve güzel hiçbirşeyin yansıması mümkün olamıyordu bu yüzden, iç huzursuzluklarını dışa vurmanın yolunu ancak incitmek, aşağılamak, itip kakmakta bulabiliyorlardı, kavga-gürültü çıkartmak, hak olarak idrâk ettikleri ne varsa tamamını bağıra-çağıra, olumsuzlukla, öfkeyle savunmak onlar için bir varoluş vesilesiydi, ne kadar zavallı, ne kadar yoksuldular aslında. Aynanın bu tarafından bakınca ortada kızılacak bir şey olmadığını görmüştüm ve fakat; onlar için üzülmek te artık içimden gelmiyordu ne yazık ki, kendi meselelerini kendileri halletsinlerdi, onların mutsuzluklarından bana neydi? Onlar bize yaşattıklarının muhasebesini yapmışlar mıydı ki? Başından beri zaten hep haklıydılar ve artık bırakalım hep öyle de kalsınlar. Ben yukarıdaki resimde olduğu gibi varımı-yoğumu, canımı-canlarımı toparlayıp gittim, bu arada sağlamken kanser olan bir parçamı da bıraktım tabii orada, bir tür sadaka veya yaşananların diyetidir bu belki, bakış açısına göre değişebilir, giden gitti, kalan sağlar gayrı benim değildir, kimin olurlarsa olsunlardır bundan böyle, aman daima selâmetle, benden uzak, Yüce Mevlâ'ya yakın mesafe! ''S.....'lar neden bu kadar mutsuz?'' diye mi sormuştuk o vakit sevgili Esra'cığım, bu nokta noktalı kısıma yazılabilecek daha nice isim vardır Allah bilir, boşver gitsin, artık kendileri düşünsün, bize ne? Aynanın bu tarafında olanlara ise bakî selâm ve sevgi ile...

Ek ve de dipnot: İçinde herhangi sahipli ya da sahipsiz bir hayvanın, canlının mahsur kaldığı işyeri, konut, depo vb. yerlerde mülk sahibi veya içinde ikamet edene ulaşılamadığı, yahût kendilerinin gelip açamadığı durumlarda polis ya da jandarma refakatinde gidilerek kapı açtırılıp, zabıt tutturularak içerideki canlı kurtarılabiliyor. Kanunlar da ''mahsur kalan canlı çırpına çırpına ölsün, mülk sahibi gelince kokmuş cesedini bulsun, girmeseydi, bize ne!'' demiyor yani, aklınızda bulunsun. Eğer sevgili Deniz Bey'e ulaşılamasaydı biz de jandarmaya haber verecektik, pürdikkat nöbette olan en bi muhteşem komşu S.....'ya rağmen yapacaktık elbette bunu, sebebini jandarma kendisine müsait bir lîsanla açıklardı nasılsa:) Özellikle sezon sonu kilitlenip gidilen yazlıklarda buna benzer vakalar yaşanabiliyor, döndüğünüzde bu gibi trajik bir sürprizle karşılaşmamak adına dikkatli olmakta fayda var derim, aman ha...