JellyPages.com

Pazar, Mart 16, 2008

Dedicar/ İthaf etmek...

Adı Amelia; hassas, duygusal bir genç kız olduğu elyazısından belli. Sadece bu çok eski fotoğrafın arkasına değil, zamana da imza atmış olduğunu o vakitler bilmiyor tabii. Tatlı arkadaşına, cariñosuna * ithaf ediyor bu fotoğrafı, aradan onlarca sene geçtikten sonra, 2008 Mart'ının güneşli bir Pazar öğle sonrasında Madrid'in bitpazarı El Rastro'da aylak aylak dolaşan bir gezgin kadının onu ansızın farkedip bulunduğu tozlu kutunun başına çömeleceğinden habersiz. Özenle buklelenmiş saçları, zarif elbisesi ve olanca gençliğiyle hafif yandan bakıyor önündeki hayata Coruña'lı Amelia, dudaklarında belli-belirsiz, incecik ve kırılgan bir gülümseme ile... Öylesine...

Amelia'nın bu fotoğrafının bulunduğu kutuda başka sepya fotoğraflar da var; birbiri ile alâkasız, farklı zamanlarda ve farklı yerlerde çekilmiş, ama genellikle 1930'lu tarihler taşıyan fotoğraflar bunlar. Kutunun başında eşelenirken özellikle üzerine ya da arkasına elyazısı ile notlar düşülmüş olanlarını seçip ayırıyorum. Kenarda köşede kalmış bir eskici dükkânının önüne açılmış sergide, kimsenin dikkatini çekmeyen tozlu fotoğraf kutusuna bu denli ilgi gösterişim dükkân sahibini hayli şaşırtıyor. Sorduğunda başımı kaldırıp ''ben bir masalcıyım'' diyorum, ''çok uzaklardan geldim, burada kendime yeni masallar arıyorum''... ''Fàbula *? Hmmmm...'' diyor yaşlı adam, kafasında bu durumda fotoğrafların bedelini birkaç kademe yükselteceğini belirtir bir bulut dolaşıyor. Ama yere diz çöküp hüzün ve saadet arasında gidip gelen duygularla fotoğrafları ayıran gezgin ve de masalcı kadına baktığında kendi düşüncelerini ''boşveeeer'' gibi bir el hareketi ile dağıtıyor, ''seç istediğini'' diyor, ''kaç tane alırsan bir tane de benden sana hediye''... Gülümsüyorum, sepya fotoğraflardaki farklı sûretler de gülümsüyor benimle birlikte. ''Güzel Amelia'' diye fısıldıyor içimdeki masalcı, ''hikâyen nerede başladı, nerede bitti bunu bilemem ama seni daha fazla bu tozlu kutuda bekletemem, o tatlı arkadaşın, belki sevgilin seni terketmiş olabilir, lâkin kaderlerimiz kesişti bir kere, artık ben seni terkedemem''... Zarif elbisesinin kıvrımları usulca dalgalanıyor, küpeleri sallanıyor sanki, sanırım bunu sadece ben farkediyorum. Bedelini ödeyip kendi masalıma kattığım fotoğraflarla dükkândan ayrılırken gözlerimi kamaştıran Madrid güneşini Amelia'ya ithaf ediyorum... Gökten düşen üç elmadan birini yere değmeden yakalıyorum...

(Amelia'nın bileğindeki saat hangi yitik zamanı gösteriyor, seçebilen var mı? Benim gözler happı yuttu da, artık yakını hiç göremiyorum!.. Ayrıca fotoğraf arkası notun çevirisinde bana çok uzaklardan yardım eden sevgili Hakan Gürsel'e de içtenlikle teşekkür ediyorum...)

* Cariño: Sevgi, aşk...

* Fàbula: Masal...

Posted by Picasa

Salı, Mart 11, 2008

Salida de Emergencia/ Acil Çıkış Kapısı...

Dün buz gibi olan hava bugün bahara döndü, Madrid'in havasını da kendime benzettim ya, doğrusu bravo bana! Bir gün önce atkılara, eldivenlere bürünmüş olan millet bugün soyundu, dökündü. Parklar, bahçeler yeniden doldu. Dolan birşey daha vardı ki; o da benim buradaki süremdi. Havaalanından otele gelişim dışında başka hiçbir taşıma aracına binmedim, ayaklarımı seveyim:)Gitmeden önce çıktığım son yürüyüşte Puerta de Toledo'nun bir de akşamüstü fotoğrafını çekeyim dedim, aha da az önce çektim...

Almudena Katedrali içindeki şapellerden birinde çıkıverdi karşıma. Dini bütün katolikler için böyle büyük dinî merkezlerde aile mezarlığı sahibi olmak başka bir anlam taşır. Benzerleri Roma'da da vardır. Ailelerin isimleri yazılı demir parmaklıklar ardında bir sunak, aile fertlerinin arada gelip ölmüşlerine dua etmeleri için kırmızı kadife kaplı sıralar, çiçekleri sık sık değiştirilen vazolar ve üstüste dizili mermer mezarların bulunduğu ''capella/şapel'' denilen bu bölümlere her zaman girilmez. Parmaklıklar genellikle kilitli olur, dışarıdan bakarsınız. Ben dün oflaya puflaya bulunduğu tepeciğe tırmanıp katedrale girdiğimde ortalıkta benden başka kimse yoktu, öyle ki lâmbalar bile sönüktü. Meğer burası da restorasyon geçirmekteymiş, başımı yukarı kaldırıp muhteşem kubbeye baktığımda kurulu iskeleleri görünce farkına vardım. Yani koca katedral içinde bir ben, bir de tepede çalışan işçiler. Eh, bana ne, ben gezmeme bakarım. Onlarca şapel vardı katedralin içinde, ayrıca yürüdüğüm zemin de baştan sona üzeri yazılı, mermer plâkaların altında sonsuz uykularını uyuyanların mezarlarıydı. Mecburen bunlara basılıyor tabii, çünkü bütün zemin mezarlık gibi. Karanlık ve soğuk katedralin koridorlarında ayak seslerim yankılanıyordu. Neden sonra farkettim ki, bir aile mezarlığının parmaklığı hafif aralık, itip girdim ama içerisi çok karanlık. Duvar boyunca sıralı mezarlar üzerindeki isimleri bile tam seçemiyorum. Neredeyse bütün sülale buraya defnedilmiş, bazıları üstüste gömülmüş olmalı ki, aynı mezar kapağında birden fazla isim ve farklı vefat tarihleri var. Yakılıp külleri mermer odacıklara konmuş olanlar ayrı, bu aile herhalde Madrid'in köklü ailelerinden olmalı. Derken...

Kütedenek çarptım birşeye, elimle yokladığımda cam olduğunu farkettim. İş fotoğraf makinemin flaşına düştü mecburen, flaş çakınca bir de baktım ki meğer hiç istemeden cam muhafaza içinde yatan Hz.İsa'yı rahatsız etmişim! Kendisine çektirilen acılara soylu bir inançla tahammül eden ve gerildiği çarmıhta ölen büyük peygamberi dua ile selâmladım. (Bu tasvirin bir eşi İstanbul St.Antoine Kilisesi'nde görülebilir, bunu şimdi hatırladım) Daha sonra uzun müddettir kimsenin uğramadığı belli olan dua sıralarına oturdum, kubbede çınlayan rüzgârın ıslığını ve çoktan ölüp gitmiş olanların derin sessizliğini dinledim. Uzun uzun, içtenlikle dua ettim...

İspanyolların bu hayvanlarla derdi nedir, hiç bilemedim. Hem sembol olarak kullanır ve değer verirler, hem de arenalarda güreşip sonunda öldürürler! ''Toro'' dendi mi İspanya'da akan sular durur, hani denebilir ki bu memleket biraz da boğalardan sorulur. Burada da bir caddeye vermiş işte adını, bu yaman çelişki hep şaşırtmıştır benim gibi İspanyolları pek seven bir kadını?!!..

Santa Maria Real de La Almudena'nın en yüksek kubbesi üzerindeki rûzgâr gülüne takıldı gözüm, işaret ettiği tarafa dönüp baktım, aaa, o da ne, yönü Ankara'yı gösteriyordu? Ne yani, şimdi ne var-ne yok toplayıp geri dönmek mi gerekiyordu? E hani bu muzip rûzgâr dün bu taraftan esmiyordu? Bulunduğum yerden zıplayıp üflesem acaba yönü değişir miydi, hani denesem diyordum, Madrid bana ''hadi bakalım, evli evine, köylü köyüne'' demekten acaba vazgeçer miydi? Denedim de nitekim; ama rûzgârın sert nefesi benim üfürüğümle alay eder gibi yüzümü yalayıp geçti, Madrid bana ''kal'' demedi yani, sanıyorum ''ait olduğun yere dönmelisin'' demeyi seçti. Yaaa, işte böyle sevgili dostlar, ne de olsa sayılı gün, su gibi akıp geçti. Ama güzeldi, çok güzeldi. Yabancı bir memleketin başkentinde yaşadığım bu birkaç günlük yalnızlık bana gerçekten çok iyi geldi. Şimdi artık ''acil çıkış kapısı''nı kullanarak memlekete dönme vakti. Recordami Madrid, belki gene gelirim, sakın unutma beni...
Posted by Picasa

Pazartesi, Mart 10, 2008

El Hallazgo/ Buluş...

Kendimi suyun kaldırma kuvvetini bulduğunda elinde hamam tası, belinde peştemal ile (bu bizim ifademiz tabii, bana göre anadan üryan fırlamıştır adam o sevinçle) sokağa fırlayan ve ''evreka, evreka!/ buldum, buldum!'' diye haykıran ünlü bilgin Arşimet gibi hissetmemden daha tabii ne olabilir ki? Buz gibi bir Madrid öğle üzerinde, öylesine ruhumu gezdirirken çıkıverdi karşıma, gözlerime inanamadım! Derhal ''Viva la Vida'' isimli bu organik market ve vejetaryen büfeye daldım, dükkândakileri içimden yükselen coşkulu bir aşkla selâmladım...

Burası hem tamamen organik şekilde üretilmiş vejetaryen ve vegan gıdaların satıldığı bir market, hem de çok şirin bir restoran. Mekânın tasarımı ve döşenmesinde de çevreyle dost malzemeler kullanılmış, ayrıca bütün atıklar türlerine göre titizlikle ayrıştırılıyor. Duvarların boyası bile organikmiş, genellikle verniksiz, düz ahşap malzeme ve hasır kullanılmış. İki ayrı bölüm var restoran kısmında, sıcak ve soğuk yiyecekler self servis usûlü ile müşteriye sunuluyor. Birkaç çeşit hafif tatlı da yemeğe nokta koymak üzere en son bölümde bekliyor. Bu dükkânda hiçbir yemeğe beyaz un, beyaz şeker ve rafine edilmiş tuz konmuyor...

Genellikle taze sebzeler ve tahıllar kullanılarak hazırlanmış yemekler, salatalar çeşitli soslarla tatlandırılarak yeniyor. Vejetaryen ve veganların temel gıdası olan soya fasulyesi filizinden tofusuna, sosundan sütüne kadar hemen her yemeğin baş misafiri oluyor. Nohut, mercimek, bulgur, kuskus, bol kepekli makarna ve esmer pirinç de eksik değil elbette, isteyen istediğinden istediği kadar yiyor...

Hepsinden tatmak istesem de midemin belli bir kapasitesi var, bu yüzden seçmece usûlü ile tabağımı dolduruyorum. Bir başka önemli husus da şu ki; burada porselen ya da seramik servis tabağı, madenî çatal, kaşık, bıçak, cam bardak vb. kullanılmıyor çünkü bunları defalarca yıkamak için su+deterjan+elektrik enerjisi vs. gerekiyor, her türlü yağ çözücü deterjanın da mutlaka fosfat içerdiği biliniyor. Dönüştürülmüş kartondan yapılmış bölmeli servis tabakları, aynı malzemeden bardaklar, çok ince tahtadan mamûl kaşık, çatal ve bıçaklar servis bölümünde hazır bekliyor. Peçeteler de dönüştürülmüş kağıttan, hiçbirinde boya, süs-püs yok, hepsi aynı saman rengi. Hayatımda ilk kez yediğim kızartılmış yuka gövdesine bayılıyorum, patatese beş basan bir lezzeti var. Kalın dilimlenmiş mantarın özel bir sosla pişirildiği yemek ise en etsever kişiyi bile tatmin edecek tada sahip gerçekten, yemeklerde sadece organik zeytinyağı kullanıldığını söylemeye gerek var mı? Çeşitli baharatlar, karabiber değirmenleri ve doğal deniz tuzu isteğe bağlı olarak servis büfesinde yerini almış. Taze sebze ve meyve suları, birbirinden değişik sağlıklı içecekler arasından seçim yapabiliyorsunuz. Boyalı, gazlı, kolalı hiçbir içeceğe rastlamak mümkün değil burada. Ekmekleri de kendi özel üretimleriymiş, tahıllı, kepekli, cevizli vb. bir sürü ekmek çeşidi var. ''Viva la Vida''da seçip aldığınız yiyecekler tabakla beraber tartılıyor, 100 gramı 1.80 eurodan satılıyor. Sahipleri İngilizce bilen nadir İspanyollardan olduğu için aramızdaki muhabbet giderek koyulaşıyor, dükkânda feng-shui kaidelerini uyguladıklarını ve düzenli olarak yoga yaptıklarını öğreniyorum. Mekânın giriş kapısındaki tas içinde yer alan doğal kristal taş enerji akışını düzenliyormuş, renkler ve müzik de zaten buna göre seçilmiş. Satın aldığım birkaç kutu bitki çayı dönüşümlü kese kağıdının içine konup bana veriliyor. Bu dükkâna plastiğin hiçbir çeşidi giremiyor. Varlığıma sevgiyle kattığım, kâinatla uyumlu leziz yiyeceklerle karnım doymuş olarak güleryüzlü dükkân sahiplerine veda edip çıkıyorum. Soğuk Madrid havası çarpıyor yüzüme ama hiç aldırmıyorum, karşıdaki parkta köpeklerini gezdiren çok yaşlı İspanyol teyzelere sevinçle gülümseyip yüreğimin taaa içinden ''evet yâhû, bu durumda viva la vida * gerçekten!'' diyorum:)

* Viva la Vida! /Yaşasın Hayat!..


Pazar, Mart 09, 2008

El Acertijo/ Bilmece...

Madrid'deki otelimin az sayıdaki tek kişilik odalarından birinde kaldığımı, Avrupa kentlerindeki otellerin tek kişilik odalarının genellikle ortalama bir banyo büyüklüğünde olduğunu ve asla otelin ön cephesine bakmadığını, buna rağmen penceremdeki sardunyalar ve pencerenin açıldığı ufak avludaki çini havuzumla hayatımdan gayet memnun olduğumu, sabahları ilk olarak sardunyalara ''buenos dias'' dediğimi ve onları suladığımı, gene de bu pencereden içeri atlayan bir kediyi düşleyerek hüzünlendiğimi, Kalmakta olduğum ''Hotel Puerta de Toledo''nun bu fotoğrafta, arka plânda görülen otel olduğunu, üç yıldızlı ortalama bir otel olmasına rağmen son derece temiz, sessiz ve 2004 çevre ödülünün sahibi olduğunu, arada duyulan siren seslerinin kaynağını merak ettiğimde otelin tam karşısındaki itfaiye merkezini neden sonra farkettiğimi, ayrıca etrafı keşfetmek üzere çıktığım şavullama yürüyüşlerden birinde ''vay be, ne güzel bina, adamlar ne harika yerlerde oturuyor kardeşim!'' dediğim ve konut zannettiğim binanın aslında bir hastane olduğunu sonradan anladığımı, hastanelerle aramda öteden beri hastalıklı bir sevgi bağı (!) olduğunu böylece bir kez daha kavradığımı, Kaldığım ''Puerta de Toledo'' bölgesinin ''Toledo Kapısı'' anlamına geldiğini ve şehrin birkaç eski kapısından biri olup adını da aha bu eski yapıdan/kapıdan almış olduğunu, özellikle geceleri muhteşem göründüğünü, çektiğim bu fotoğrafı benim bile beğendiğimi, Dinî yapılara her zaman meraklı olduğumdan etraftaki bütün katedral, kilise ve benzeri yerleri tek tek ziyaret ettiğimi, bu geceki keşfimde bulduğum ve şu anda restorasyon geçirmekte olan '' San Francisco el Grande'' bazilikasının henüz çiçeğe durmuş badem ağaçları arasından karşıma çıkıp bu hoş ışıklandırmasıyla beni büyülediğini, üstelik bir de gökyüzünde incecik yeniay bulunduğunu, biraz sert havaya rağmen bahçesinde dikilip aval aval, dakikalarca bu görüntüyü seyrettiğimi,
Ayrıca; bugün otelime hayli yakın olan ve sadece Pazar günleri kurulan meşhur bitpazarı ''El Rastro''ya bodoslama daldığımı, antika sayılabilecek türlü ıvır-zıvırı üç otuz paraya aldığımı, Ankara'da pek bulamadığım hakiki Hint tütsülerinin bolluğu karşısında şaşırdığımı, fotoğraf çekmeyi çok istememe rağmen, bu pazarın çeşitliliği ve kalabalıklığı kadar yankesicileri ile de meşhur olduğunu bildiğimden göğüs göğüse ve santim santim ilerleme koşulları altında çantamı kollamaktan fotoğraf çekme imkânı bulamadığımı,

........................................................................

Madrid'de fecî bir şalvar salgını olduğunu, yaşlı-genç herkesin ayağına şalvarı geçirip sokağa fırladığını, düşük bel blue-jeandan çok daha fazla şalvarlı hatun olduğunu, dudağa piercing takmanın da en az bir o kadar moda olduğunu, ayrıca ben kalın montla gezerken bazı sütun bacaklı İspanyol gençkızların mini şort ve mantar topuk, açık terlikle dolaştığını,

..........................................................................................

Ben millete yol soracak durumda iken, beklediğim her durakta yerli halktan birilerinin gelip bana yol ya da otobüs sorduğunu, aslında sarsak bir yabancı gezgin olmama rağmen herhalde bir tarafımın hayli İspanyol göründüğüne böylece karar verdiğimi ve buna için için sevindiğimi, Madrid'de her yaya geçidinde sesli/ışıklı sinyalizasyon sistemi bulunduğunu, kırmızı ışığa bütün yaya ve sürücülerin kesinlikle riayet ettiğini, kimsenin ''geçerim la ben!'' köylü uyanıklığı ile yollara atlayıp kazaya sebep olmadığını,

.......................................................................................

İspanya'da neredeyse su kadar tercih edilen içeceğin bira olduğunu, AB ülkelerindeki ciddî yasaklara rağmen milletin manyak gibi sigara içtiğini, ayaküstü bira içilip ''tapas'' denen mezelerle çimlenilen mekânlarda sigara izmariti, peçete vb. şeylerin direkt yere atılmasının son derece normal bulunduğunu, içki ve sigara satışında +18 kuralı olmasına karşın bunu pek kimsenin takmadığını,

....................................................................................

Vejetaryen olmanın İspanya'da bile karın doyurmaya ciddî bir engel teşkil ettiğini, kapı kapı dolaştığım restoran/cafe vb. yerlerde ''ben vejetaryenim de, bana göre bişey var mı Allah rızası için'' dediğimde herkesin bana adeta acıyarak baktığını ve derhal sebze-meyve satılan dükkânları tarif ettiğini, sabahları otelde paso yoğurt, meyve ve biraz tahıl ezmesi ile kahvaltı edip siyah zeytin, beyaz peynir ve yumurtayı şimdiden özlediğimi,

..............................................................................................

Blogger sayfasının dilini otomatikman bulunulan ülkenin diline çevirdiğini, dolayısı ile bu yazıyı İspanyolca düzeneğe göre sayfama eklediğimi, otelde kablosuz internet hizmetinin ücretsiz oluşuna fena halde sevindiğimi ve burada bile internet üzerinden Meteorolojinin Sesi Radyosu'nu dinleyerek bizim çocuklara gene rahat vermediğimi, bu durumda ''alışmış kudurmuştan beterdir!'' sözünü doğruladığımı ve bu yüzden kendime kızdığımı,

............................................................................................

Madrid sokaklarında sahipleri tarafından dolaştırılan yüzlerce köpeğe hayranlıkla baktığımı, Madrid Barajas Havaalanı'nda bile milletin rahatlıkla köpekleri ile dolaşabildiğini, ortalıkta Allah için bir tek çöp kedisi ve dahî başıboş hayvan göremediğimi, zaten Madrid şehrinin resmî/tarihî sembolünün de üzeri meyve dolu bir ağacı sallayan tombul ayıcık olduğunu, memleketimde halen hayvanlara yapılan akıl almaz eziyetleri düşündükçe yüreğimin burada daha beter sızladığını, hayvan hakları adına protesto edilecek yegâne şeyin boğa güreşleri olduğu ve hayvanı ile dolaşmanın değil, neredeyse hayvansız dolaşmanın tuhaf kaçtığı bir ülkede nefes almanın bu mücadele içinde yıllarını ve sağlığını harcamış biri olarak bünyeme sanki ağır geldiğini, bu sebeple ''gitmek'' ve ''kalmak'' kavramları üzerinde şu sıralar daha derin düşünmekte olduğumu,

BİLİYOR MUYDUNUZ?..

Ülkemizin başkentinin sembolü bu olsaydı eğer, kopacak dangalakça cayırtıları, çıkartılacak rezillikleri, küfür-kıyameti hayâl edebiliyor musunuz? İşte adam olmak böyle birşey; tabiata, tarihe, geleneğe ve yaradılışın tümüne saygıyı koruyabilmek yani, bin yıllık Eti güneş kursunu kaldırıp, yerine saçma-sapan, ne idüğü belirsiz bir sembol koymakla olmuyor bu iş bayanlar-baylar, daha kaç fırın dolusu ekmek yemek lâzım, bırakalım artık onu da başkaları düşünsün! Bak sinirim oynadı gene durup dururken, bu kadar yeter, yatıyorum ben!..


Saludo de Madrid/ Madrid'den selâm...

Sabahın köründe yola düştüm; gereksizce uzun bir yol Ankara-Madrid arası, ikibinbilmemkaç kilometreyi uçarak katettiğim halde sıkıldım! Neyse, işte sonunda vardım, buradayım. Metro istasyonlarında onyüzmilyon kere kaybolmayı becerdikten sonra anladım ki; hiç durmadan İspanyolca çalışmalıyım! Flamencosunu sevdiğimin memleketinde kimse İngilizce falan takmıyor çünkü, bu ne ki, daha çooook çalışmam lâzım!..
Şu anda İspanya televizyonunda Eurovision 2008 seçmeleri yapılıyor, yarışmayı bunca sene kendisini buzlukta saklamış gibi görünen Rafaella Carra sunuyor. Kadın hâlâ filinta gibi kardeşim, insan sinir oluyor! Şarkılarda iş yok, vaziyet bizimkinden de beter görünüyor! Sadece yirmilik çıtır bir delikanlının grubuyla söylediği ''Uno Ole'' isimli şarkı sanki biraz umut vadediyor. Madrid'de hava mevsim normallerinde, ne pişiliyor, ne üşünüyor. Durum vaziyeti bundan ibaret şimdilik, memlekete bir saat geriden bolca selâm yollanıyor. Haaa, bir de; dünyanın neresinde olunursa olunsun farketmiyor, önce kedi çocuklar özleniyor...
Posted by Picasa

Perşembe, Mart 06, 2008

Volver/ Dönmek...


Dönmek, mümkün mü artık dönmek,

Onca yollardan sonra yeniden yollara düşmek

Neresi sıla bize, neresi gurbet

Al bizi koynuna ipek yolları

Üstümüzden geçiyor gökkuşağı

Sevdalı bulutlar uçan halılar

Uzak değil dünyanın kapıları

Neresi sıla bize, neresi gurbet

Yollar bize memleket

Gitmek, mümkün mü artık gitmek,

Onca yollardan sonra yeniden yollara düşmek

Neresi sıla bize, neresi gurbet

Yollar bize memleket...

Diye devam edip gider ya Yeni Türkü'nün eski şarkısı, hani Murathan Mungan'ın kaleminden damlamıştır, içinde bütün gidenlerin ve bütün dönenlerin özet hikâyesi saklıdır. Hani bu açıdan bakınca içindeki uslanmaz yolcuya söz geçiremeyen de, sılayla gurbeti karıştırıp bütün gitmelerinden dönmüş olan da kendince haklıdır. İşte benimki de o hesaptır; bilirsiniz, insana bazen en yakın mesafe dahî nasıl uzaktır. Zamanda bir saat geriye, mesafe olarak ise yüzlerce kilometre öteye gitmek ne kadar gitmekse aslında bir o kadar da kalmaktır. Gittiğim yere mi dönüyorum, yoksa döndüğüm yere mi gidiyorum bilinmez, belki de benimkisi bir süre kendi içine saklanmaktır. Alıp başını gitmek vakti gelince dönmeye katlanmaktır... Haliyle bu ne bir veda, ne de merhabadır. O kadardır işte, sadece o kadardır...


(Bir süreliğine buralarda olmayacağım, diyelim ki İspanya'nın başkenti Madrid'le saklambaç oynayacağım, ebesi-sobesi belli olmaz şimdiden, eğer dönersem elbette anlatacağım...)

Pazar, Mart 02, 2008

Excelente/ Âlâ...


Daha evvel onu yazdığımda mevsim sonbahardı, ''nefesi sonbahara yakışıyor'' demiştim. Nitekim; mevsim sonbahardan kışa döndüğünde de durup durup nefesini dinlemiştim. O da durdu durdu, kış bahara dönerken ''Âlâ''sını çıkarıverdi işte ortaya, doğrusu pek sevindim:)



İşini hakkıyla yapanları her zaman severim; insanları sınıflayıp sınırlandırmadığım gibi, müziklerin de emek verilip uğraşılanlarını sever, evvelâ yargılamadan bir dinlerim. Klarnetle alâkalı önyargılara da bu yüzden mesafeli durmayı seçerim ama topunu dinleyeceğim diye bir kural da koymam kendime, dedim ya, ''seçerim''. Değişmeyi, dönüşmeyi kendine yakıştırabilen vardır, üzerinde partal bir giysi gibi taşıyan da, Serkan Çağrı yakıştıranlardan oldu, e bu durumda kendisini elbette fena halde takdir ederim. Ortalıkta dolaşan abuk sabuk kakofoni bolluğu arasından kendi tarzını oluşturarak sıyrılan adamları da bittabii parayı basıp hakkını vererek, albümünü almak sureti ile dinlerim. Sadece kendim dinlemekle kalmam üstelik, yayınlarımda yer verip herkese de dinletirim. Özetle; taklitlerini boşverin, kıyın biraz paraya da işin ''Âlâ''sını görün derim. Tebrikler sevgili Serkan Çağrı; gelecekte daha da âlâsını beklerim...


Perşembe, Şubat 28, 2008

Tio Pedro-2/ Pedro Amca-2...




İbrahim Usta ile konuşmamı bitirip telefonu kapadım, otomobilin penceresinden akıp giden Ankara'ya baktım ama görmedim, yani biri sorsa nerelerden geçtiğimizi bilmiyorum derdim. Zaten buraya geleli bunca zaman geçmiş olmasına rağmen ben bu şehrin girdisini-çıktısını bir türlü öğrenemedim. Belki de öğrenmeyi hiç istemedim, kimbilir... Aldığım her ölüm haberinde hissettiğimin aynısını hissettim, fark yoktu, gelen her ölüm haberi bana kendimi biraz daha yenik hissettiriyordu. Sanki hep birşeyler eksik, birşeyler yarım kalıyordu. Tozu dumana katan bir rûzgâr esip geçiyordu ruhumdan, bir yanıma koyu bir acı çöreklenirken diğer yanım hafifliyor, sanki varlığım iki ayrı parçaya bölünüyordu. Ölen her kim ve her ne olursa olsun; hep aynı şey oluyordu, benim hayatta kalışım onların ölmüş oluşuna daima yeniliyordu. Yani ölüm hayatın kalesine hep bu şekilde gol atıyor ve skoru acımasızca belirliyordu. Gidenler için sorun yoktu aslında, onlar gelmeye gidiyordu, bildiğim; olan her zaman kalanlara oluyordu...







Antakya'ya ne vakit gitsem her zaman bıraktığım yerde, bıraktığım gibi sağ salim bulabileceğimi sandığım Ammo Pedro'm artık çevirdiğim telefonun diğer ucundan o kendine özgü aksanıyla bana ''Hee, geldiin? E hoşgeldin'' diyemeyecekti, bir sonraki buluşmamız için zaten telefon falan da gerekmeyecekti. 18 Kasım 2007 Pazar günü sevgili Pedro Ketremizgil'in geçen yüzyılda başlayan bu boyuttaki hikâyesi sona ermişti, ona olan sevgi ve saygımı yakından bilen ailesi hasta bir insanı daha fazla üzmemek düşüncesi ile bana haber vermemişti. Gördüğüm rûyadan yola çıkarak aramasam belki daha bir müddet de söylemeyeceklerdi. Hâlbûki bu Mayıs gibi o taraflara gitmek ve her zaman yaptığım gibi Kuyulu Çıkmazı 7 numaradaki o eve uğramak plânlarım dahilindeydi. Oğullarının anlattığına göre Ammo Pedro son güne kadar hiç değişmemiş, öyle yataklara falan da düşmemişti. Telefonda ne vakit sorsam ''e biraz ağrılarım var tabii be canım'' derdi ama gidip gördüğümdeki capcanlı, sevinçli halleri her defasında ''maşallah'' dedirtirdi. Lâkin; hayat kitabı ne kadar kalın olursa olsun çevrilen her sayfa insanı biraz daha sona yaklaştırır, elbette bir yerde o son sayfaya gelinir ve ister istemez kitabın kapağı kapatılarak ''bu da bitti'' denirdi. ''Herşey aynen muhafaza edilecek, değil mi?'' diye sordum küçük oğlu İlyas'a, ''tabii, tabii abla, herşey aynen bıraktığı gibi'' dedi. ''İkona yerinde mi?'' dedim, ''o hep orada kalacak zaten'' diye cevap verdi. ''Geldiğimde beni Ammo Pedro'ya götürür müsünüz?'' dedim, ''ne demek abla, bilirsin, o seni gördüğüne hep çok sevinirdi'' dedi. Gözlerimi kapadım, daracık sokaklardan geçerek çıkmazdaki evin kapısına ulaştım, açıktı kapı, zaten ben o kapıyı hiçbir zaman kapalı görmemiştim. Eşiği geçtim, taş avluya girerken sol tarafta kalan ufak lâvaboya ve kenarında daima duran bir kalıp defne sabununa gülümsedim. Avludaki ortancalar ve sardunyalara selâm verdim ilk, sonra hep yaptığım gibi seslendim: ''Huuuu, Ammo Pedro, bak gene ben geldim...'' Gözlerimi açtım sonra, artık bundan ötesini bilemezdim. Alnımı soğuk cama yasladım ve fısıltıyla ''güle güle'' dedim. Ölüm bir gol daha attı varlığımın kalesine, bilmem ki bu defa kaç sıfır yenildim?..




(Bazı okurlarım ikonanın fotoğrafı olup olmadığını soruyorlar, elbette çekmiştim ama fotoğraftaki görüntüsünün benzerlerinden pek de farkı olmadığından doğrusu yayınlamayı düşünmedim. Gizemli yağ halen damlamaya devam ediyor, yolu o taraflara düşecek olanlar gidip yerinde görseler bence daha iyi olur. İnançlara dokunmak ve onları hırpalamak istemem. Yazının başındaki fotoğraf onunla çekilmiş son kareydi, ayrıca mutad Cumartesi ayinlerinden birini kendi kameramla çekmeme de izin vermişti. Bu kayıt benim için zaten çok özeldi, o görüntüler şimdi her zamankinden daha anlamlı, daha değerli...)

Salı, Şubat 26, 2008

Tio Pedro-1/ Pedro Amca-1...

1996 senesiydi, TRT Hatay FM yayın hayatına yeni başlamıştı. O sıralar ben TRT İstanbul Radyosu spikeriydim ve yeni açılan bu il radyosuna merkezlerden geçici görevle giden ilk ekiplerin içindeydim. Ben ve TRT FM'in gelmiş-geçmiş en iyi yayın teknisyenlerinden biri olan sevgili Eray Zat İstanbul ekiplerinin ikincisi olarak üç haftalığına Hatay'da görevlendirilmiştik. İstanbul'dan Adana'ya giden uçağa binerken ne o, ne de ben bu görevin hayatımızda nasıl derin izler bırakacağından habersizdik. Adana Otogarı'ndan köhne bir otobüs bulmuş ve Antakya'ya doğru yola koyulmuştuk. Çocukluğumun kaygısız zamanlarından çok seneler sonra yeniden gidiyordum bu güzel şehre, rahmetli babacığım Aslantaş Barajı inşaatında görevliyken sık sık gider, Çukurova'nın kavurucu sıcağından bunalmış ruhlarımızı Harbiye'nin buz gibi sularında serinletip dönerdik, bazen de orada gecelerdik. Bu gezilere katılan barajcı ailelerin çocukları olarak en çok sevdiğimiz şey çoğu steyşın vagon tarzında olan otomobillerin en arkasına, bagaj tarafına oturtulup şamata yapa yapa Antakya'ya gitmekti. Harbiye'nin soğuk ve berrak sularında yüzgeç vuran alabalıkları seyretmek, Hidro Motel'in geniş havuzu etrafında koşuşturmak, birbirinden leziz yemekleri mideye indirmek ve yorulduğumuzda yüksek ağaçların gölgesine uzanıp kestirmek eşi-benzeri olmayan bir macera gibi gelirdi çocuk kimliklerimize. Taa o zamanlardan Antakya'yı severdim, seneler sonra iş-güç sahibi, yetişkin bir kadın olarak 21 günlük geçici görevle yeniden bu şehre gidiyor olmak benim için çok özeldi...
Radyodaki nöbetlerimizi bitirip kendimizi Antakya'nın daracık sokaklarına atmak pek hoşumuza giderdi. İstanbul gibi yorucu ve kendiyle kavgalı bir şehirden kalkıp bu sakin tarihî şehre gelen kişiler olarak,çalışma harici neredeyse bütün zamanlarımızı gezip dolaşmaya, ayrıntılarda saklanan hikâyeleri keşfetmeye ayırıyorduk. Antakya halkı artık bizi tanıyordu, gittiğimiz her yerde eşsiz bir misafirperverlikle ağırlanıyor, her akşam başka bir eve ama en çok da ''radyo dostları'' sevgili Subaşı'ların evine davetli olarak yemek yiyorduk. Kültürler ve dinlerin muazzam bir kardeşlik halkası içinde elele verdiği Antakya'da bir Pazar Katolik Kilisesi'nde gitar tınılarıyla renklenen ayine katıldıysak, diğer Pazar da Ortodoks Kilisesi cemaati arasına karışıyor, Arapça ilahîler ve tütsü kokuları eşliğinde gezgin ruhlarımızı dinlendiriyor ve ölmüşlerin ruhları için dağıtılan ekmeklerden tadıyorduk. Ama 1996 senesinin o güzel mevsiminde tanıştığımız bu sevimli yaşlı adamı buralarda tanımadık biz, arada yemek yediğimiz lokantanın garsonlarından sevgili Mehmet sıcak bir öğle sonrası bizi otelden alıp, Kuyulu Çıkmazı 7 numaradaki o çok eski eve götürdüğünde gördük ilk defa onu, avluya bakan ufak odalardan birinde derin bir öğle uykusundaydı. Biz ''uyandırma, yazıktır'' desek de, Mehmet bizi dinlememiş, hafifçe dürterek onu uyandırmıştı. Uykusundan telaşla ve sıçrayarak değil, gülümseyerek uyanan bu çok yaşlı adamı o dakika sevmiştim... Bu ev ve o Antakya halkı tarafından çok iyi bilinirdi. Çünkü Eski Antakya bölgesinde, Affan Mahallesi'nde bulunan bu mütevazı evde yetmişli yıllardan bu yana inanılmaz bir hadise yaşanmaktaydı. Evin yaşlı sahibi Pedro Ketremizgil amcanın herkes tarafından çok sevilen eşi vefat ettiği gün, evin salonunda bulunan ve hayli zaman önce Suriye'den, bir doktor ahbapları tarafından hediye getirilen el işi ahşap ''Meryem ve bebek İsa'' ikonasından damlalar halinde bir sıvı dökülmeye başlamıştı. Bunu önce farketmeyen ev halkı zeytinyağına benzeyen bu sıvı ikonadan yere akmaya başladığında durumu görmüş, ikonanın bulunduğu ahşap dolap, duvarın arkası ve çevresi yoklandığı halde yağın kaynağı bulunamamıştı. Yağın akışı durmayınca o zamanki din adamlarının fikrine başvurulmuş, önce bu ev halkının bir plânı olarak düşünülüp epey dedikodu edilmişse de kısa sürede bu işin içinde onların parmağı olmadığı anlaşılarak hayretlere garkolunmuştu! Daha sonra kendi kameramla röportaj yaptığım Pedro Amca yağın kaynağının bulunabilmesi ve ailesi üzerindeki şüphelerin giderilmesi için o vakitler zeminin kazılmasına bile izin verdiğini, buna rağmen kimsenin olaya açıklık getirememiş olduğunu anlatmıştı. Evin kutsal eşyalarından biri olan ve Antakya'da pekçok evde benzerleri bulunan bu ahşap ikona işte ilk o zamanlar ziyaretçi akınına uğramaya başlamış, gözleri görmeyen, eli-ayağı tutmayan, devasız bilinen dertleri olan yüzlerce insan Kuyulu Çıkmazı 7 numaradaki eve doluşmuş, giderek artan bu ilgi zaman zaman ev halkının rahatsızlığına bile sebep olmuştu. Ancak ne kadar rahatsız olurlarsa olsunlar, mucize saydıkları bu durumu görmek ve ibadet edip dilekte bulunmak için evlerine gelenlere hiçbir zaman kapılarını kapatmamışlardı. Zaman içinde ikonadan akan uçuk sarı renkteki yağ damlaya damlaya bir yol oluşturmuş ve ahşap dolabın raptedildiği yorgun duvarın çatlaklarından sızarak bitişik odanın kapısının ardında birikmeye başlamıştı. Kendisi de Ortodoks bir din adamı olan Pedro Amca yağın biriktiği yere büyük pamuk parçaları tıkayarak yerlere akmasını ve üzerine basılmasını engellemeye çalışmış, giderek bu yağ emmiş pamuk parçaları ziyarete gelenlerin en çok talep ettiği şey olmuştu. Çünkü bu yağ hastalıkları iyileştiriyor, yaraları geçiriyor, bazı körlerin gözü açılıyor, kimi felçliler yürümeye başlıyor, dertlerine tıbben çare bulunamamış insanların sakatlıkları düzeliyordu! Pedro Amca'nın evi artık her dinden, her inançtan ve pekçok farklı milliyetten insanların akın ettiği, adeta kutsal bir yerdi. Bu olayın bilimsel bir açıklaması bulunamadığından Hz.Meryem'in mucizelerinden biri olarak kabûl edilmiş, yağın tahlili neticesinde bitkisel özlü olduğu intibaı veren hayli düşük asitli bir yağ olduğu ortaya çıkmış ve bu sebeple evsahibi yaşlı adam her Cumartesi saat 18.00'de, ikonanın önünde toplanan cemaatle bir saygı ayini düzenleyip yönetmekle görevlendirilmişti...

Benim ''Pedruşka'' diye seslendiğim ve daha sonraki görevlerimde de muhakkak ziyaretine gidip elini öptüğüm Pedro Ketremizgil amcam Antakya'nın tarih kitabı gibiydi. Arapçayla karışık zor anlaşılan Türkçesiyle bana kahve falları bakar, küçük oğlu İlyas, gelini ya da komşularından biri falı bana tercüme ederdi. Ne vakit ziyaretine gitsem Antakya'lıların ''bahur'' dediği özel tütsülerden yakar ve bakır tütsülüğü başımın üzerinde dolandırarak nazarları, kem gözleri benden uzak tutmak için dualar mırıldanırdı. Ağrıyan yerlerime sürmem için kutsal yağla ıslanmış pamukları ufak naylon torbalara koyar, yağa batırdığı işaret parmağıyla da mutlaka alnımın ortasına bir daire çizerdi. Bu yağ çok enteresan bir şekilde cilt tarafından derhal emilir, birkaç dakika içinde yağdan eser kalmaz, sanki uçup giderdi. Sandal ağacına benzer hoş bir kokusu olan bu yağın şiddetli başağrılarımı geçirdiğine, sivrisinek ısırıkları ve kedi tırmıklarıyla örselenmiş cildimi iyileştirdiğine kaç defa tanık olduğumdan nedenini-niçinini tartışmaya hiç gerek görmeden her ziyaretimde birkaç torba yağlı pamuk alır, bununla dalga geçmeyeceğini bildiğim, inançlara saygılı eşime-dostuma dağıtırdım... O bütün Antakya'nın ''Ammo Pedro *''suydu, aramızdaki 50 seneyi aşkın yaş farkına rağmen de benim sevgili ''Pedruşka''mdı, en son kansere yakalandığımı duyduğunda aramış ve üzgün, titrek sesiyle ''çok üzüldüm ama geçecek, iyileşeceksin, korkma'' diyerek içimi ısıtmıştı. Bayramlarda, özel günlerde araşıp konuşurduk. Neden sonra, bundan bir hafta kadar önce gördüğüm bir rûya üzerine sabah uyanır uyanmaz elimde kalan son pamuk parçasını içine yerleştirdiğim cam kavanozu yokladım, aradan geçen zamana rağmen hâlâ ıslak ve taze olduğunu görerek saygıyla kokladım. Daha sonra da Meteoroloji'deki işime giderken, yoldan büyük oğlu, Antakya'nın çok meşhur humus ve baklacısı İbrahim Usta'yı aradım ve...



* Ammo/Amca (Bildiğimiz ''emmi''nin yöresel söylenişi)



Cumartesi, Şubat 23, 2008

Soplar/ Üflemek...


Kapı çaldı, canlar geldi. Biri çayları koydu, öteki mumları dizdi. Kimse bilmez acep bu defa ne diledi? Sonra üfledi... Penceredeki tekir kedi pastaya bakıp ''hmmm, bu da etli değil, yenmez!'' dedi. Kırküçlük kadınsa rakamları içinden toplayıp sevindi, çünkü Dörtle üçün toplamı eşittir: Yedi... Gülümsedi:)


(4+3=7'mi kutlayan herkese ve üflerken nefesimi güçlendiren, yanıbaşımda olan can dostlarıma binlerce teşekkür, sizden uzak eylemesin Allah beni...)


..............................................................




Doğumgününün bir başka nefesten hikâyesi ise işte burada, zaman zaman çözüldüğüm anlarda bana da yaşam koçluğu yapıp ruhumu şifalandıran, çiziklerimi onarıp tekrar dengemi bulduran sevgili Cheetos'uma ve eşi Batos'uma daima ben+biz dolusu şükranla...

Çarşamba, Şubat 20, 2008

Silencioso/ Sessiz...

Ey herşeyin tek ve sonsuz sahibi; yarattığın muhteşem kâinatta bana da bir yer verdiğin ve varlığımın farkında olmamı sağladığın için sana şükürler olsun. Beni bir parçası kıldığın dünyada etrafımı donattığın /ve benim geçmişte egoma yenik düşüp gördüğüm halde farketmediğim/ bütün mucizeler için sana ne kadar teşekkür etsem azdır. Benim ulaşmama izin verdiğin bilgi ve ışıkla artık hepsinin farkındayım, bana görecek göz, dokunacak ten, düşünecek akıl ve sevecek yürek bağışladığın için sana minnettarım. Sonsuzluğun içinde ufacık bir yer kapladığı halde benim için çok büyük olan gezegenimin bir köşesinde şimdi sana yöneliyor ve kendimi kâinatın huzurlu dalgalanışına bırakıyorum, herşeyin olması gerektiği için ve olması gerektiği gibi olduğunu biliyor, içimde biriktirdiğim bütün kin, öfke, nefret ve isyanı senin rüzgârınla dağılmaya terkediyorum. Beni üzdükleri, incittikleri, kırdıkları ve aldattıkları için yakıcı bir öfkeyle hırslandığım her kim ve ne varsa hepsini bağışlıyor ve serbest bırakıyorum. O kişiler ve o şeyler zihnimdeki bütün kötü hatıraları ile birlikte artık benden uzaklaşıyor, onları senin şaşmaz adaletine teslim ederek sırtımdaki yüklerinden kurtuluyorum. Senin iyi ya da kötü, her enerjiye gereken cevabı vereceğinden emin olarak kendimi senin taze nefesinle arıtıyor, bedenimi ve zihnimi bu kutsal nefesle süpürüp temizliyorum. Biliyorum ki; ben seninle BİR ve TEK olduğumda ben izin vermediğim sürece bana hiçbirşey zarar veremez, şimdi senin yüce bütünlüğün içinde uyum ve huzur içinde akıyorum, beni üzen herşeye dışarıdan ve yukarıdan bakıyorum...
Varoluşum süresince karşılaştığım her acı, yenilgi, yanılgı ve keder beni bugünkü ben yaptığı için tamamına şükran borçluyum. Hayatın dikenli yollarında yürümeseydim ve o dikenlere takılıp kanamasaydım eğer, güçlükleri aşmanın ve farkındalığa ulaşmanın ne muazzam bir şey olduğunu belki hiç bilmeyecektim. Benden aldığın ve bana verdiğin herşey için şükürler olsun ey Rab, yaşamış olduğum hiçbirşeyin boşuna ve anlamsız olmadığını şimdi çok daha iyi görüyorum. Maddî ve manevî acılar, yoksunluklar ve zorluklarla olgunlaşan ruhumda senin eşsiz varlığını hissetmekten çok mutluyum. Beni önemsediğini, beni sevdiğini, İYİ olmayı seçmemi istediğini bana yaşattığın herşeyle anlatıyorsun, bunu bilerek güçlüklere sabrediyorum, sabrımı çoğaltıyorsun. Sahip olduğumu sandıklarımı zaman zaman elimden alarak bana kaybetmeyi öğrettin, bunu öğrendiğimde özvarlığımdan başka hiçbirşeye gerçekten sahip olamayacağımı anladım. Hep benimle kalacağını sandığım sevdiklerimi ölümle buluşturdun, vaktimin kısalığını ve misafirliğimin geçiciliğini kavradım. Canım acıdıkça canımın, yitirdikçe vermem gerektiği halde vermediklerimin farkına vardım. Duvarlara çarpa çarpa gaflet uykumdan uyandım. Sımsıkı tutunup bırakamadığım, vazgeçip gözden çıkartamadığım, biriktirip sakladığım, eskidiği halde atamadığım ne çok şey varmış meğer, ben bunları zenginlik sanmışım. Oysa insan küçüldükçe büyür, azaldıkça çoğalır, verdikçe alırmış, ben göz göre göre ne yalanlara inanmışım. Ama artık kâinatın sonsuz dengesi içinde uyumla akmayı reddettikçe başaramayacağımı anladım. Böylece bencilliğimi dürüp büküp katladım, önümdeki yüksek eşikleri bu sayede atladım. Bundan önce, yani henüz uykuda iken baktığım aynalarda sadece kendimi görürdüm, şimdi ise artık seni görebilmenin ilahî sükûnundayım. Biliyorum ki varlığımdasın ve ben de senin varlığındayım. Kendi özüme duyduğum saygı sana duyduğum saygıdır, yarattıklarına duyduğum sevgi aslında bizzat sanadır. Ne yaptıysam kendime yaptım ve biliyorum, bazen yanlış yönlere saptım. Ama şu ana varabilmek için bunu da yapmalıydım. Beni erdirdiğin şimdiki anda ve şuurda, olmama izin verdiğin ben olarak, bilmeme izin verdiğin herşeyle birlikte kendimi onaylıyor ve varlığımı sevgiyle onarıyorum. Kâinatta herşeyin herkese yetecek kadar bol ve bereketli olduğunu bilerek, yokluğa değil çokluğa yönelerek elimdekileri sevgiyle paylaşıyorum. Hakettiğim lütûfları şükran ve saygıyla kabûl ediyor, geldikleri gibi alıp varlığıma katıyorum. Tekâmülümü güçleştiren bütün olumsuz enerjileri ve ruhumu ağırlaştıran engelleri senin ışıklı ırmağına salıyor, hepsini teker teker bırakıyorum. Hafifliyorum, yıkanıyorum. Parçası olduğum bütünün hayrı için dua ediyor, huzur, uyum ve uyanışta ahenkle BİR olmayı diliyorum, aldığın ve verdiğin herşey için sana bütün varlığımla şükrediyorum... Seni seviyorum varlığından varolduğum, seni seviyorum... (Galaksimizdeki gezegenlerin nadir görülen bir hizalanma içinde olacağı ve ayın tutulacağı bu özel gecede dünyamızın farklı köşelerinde bedensel ve ruhsal ibadetleri ile bütünün eşsiz enerjisine katılan herkes ve herşeyi bu dua ile kucaklıyor, dünyaya akan enerjilerle farkındalıkların artacağına içtenlikle inanıyorum. Fotoğrafı ile seslenişimi anlamlandıran sevgili Navanalini'yi de şükranla selâmlıyorum...)
Posted by Picasa

Çarşamba, Şubat 13, 2008

Criterio/ Ölçüt...


Ne o? Çok mu tuhaf buldunuz benim sayfamda bu antika nü kartpostalı? İki genç ve güzel kadın soyunmuşlar, dökünmüşler güle söyleşe yiyip içiyorlar işte, ne var ki bunda? Her ikisinin de ''mal meydanda'' vaziyette oluşu beni rahatsız etmiyor, onlar hallerinden memnunsa ve birileri de bana ''sen de böyle yiyeceksin meyveni, bundan böyle giyinik meyve yemek yok, anlaşıldı mı!'' diye dayatmadıktan sonra bana ne, kime ne?..


Bu fotoğraf ta diğer benzerleri ile birlikte dönüp durdu bütün gün internette, bana kaç defa geldi artık hatırlamıyorum bile. Oysa yukarıdakiler beni nasıl rahatsız etmediyse buradakiler de aynen öyle, varsa bir hesabı herkes kendi verir, gene bana ne? Benim ölçeklerim farklı, ben insanların ''ocu, bucu, şucu'' diye ayırılmasına, alınlarının ortasına damga vurulmasına zaten karşıyım. Kâinatın bütünlüğüne, özündeki uyum ve barış duygusuna, çekirdeğindeki teklik, birlik, heplik huzuruna direkt saldırılmadığı müddetçe hiçbirşeyi ve hiçkimseyi dışlamam. Bu sebeple başı örtülü kızlar sevgilisiyle bu şekilde öpüşemez de demiyorum, kıçı açık kızlar öyle güle oynaya meyve yiyemez de, ikisini söylemek te benim haddim değil çünkü, aynıları bana dayatılmadıkça, kimse benim başıma ya da kıçıma karışmadıkça da demeyeceğim, hiçbirşey ve hiçkimse bu gibi şeyler dedirtemeyecek bana! Fikrimi burada bu şekilde ve açıkça ifade ettiğim için kimlerin bana ne gömlek biçip neci diyeceği de hiç umurumda olmayacak, kimse kusura bakmasın. Benim büromdaki sekreterim de türbanlı, mesai saatleri içinde peruk kullanıyor, hâttâ ben artık kullanmadığım için peruklarımın bazılarını ona verdim. Çok akıllı, düzgün, becerikli, terbiyeli ve iyi eğitimli bir kız, kimselere değişmem onu. Gayet iyi anlaşıyoruz, ben açık, o kapalı olduğu için itişip kakışmıyoruz. Akşam mesai bittiğinde türbanını bağlayıp çıkarken bakıyorum arkasından, en ufak bir soru belirmiyor içimde, kendi inancı, kendi tercihi, gene bana ne elbette?

Ben de başımı değişik şekillerde bağlamayı severim zaman zaman, canım öyle ister, o gün öyle dolanırım. İnanç kaynaklı örtünen biri olmamama rağmen, üzerimde askılı blûz dahî olsa başıma birşeyler bağlamış olduğum için şucu ya da bucu sayılmaktan, etiketlenmekten, sınıflanmaktan da kurtulamamışımdır öte yandan, güler güler bu salak önyargılara gülerim, hâttâ hiç çekinmem, alay da ederim!..


Memleketimin her tarafından önyargı fışkırdığı, bunların ziftli çamur gibi paçalara, eteklere yapıştığı bu günlerden elbette hiç hoşnut değilim, ruhumun firar amaçlı sağa sola saldırmaları aslında çokça da bundan. Sevmiyorum ben bu kitlesel ''HAYIR!''ların enerjisini, zorluyor, kanırtıyor, hırpalıyor beni. Gazetelerin okur yorumlarına takılıyım şu sıralar, habire onları okuyorum, okudukça da merhum Aziz Nesin'in ruhuna rahmet okuyorum! Bi öyle okuyorum, bi böyle okuyorum yani, bi yanaktan, bi dudaktan, bi gıdıktan hesabı! İçim bulanıyor okudukça, ara verip birkaç derin nefes okaliptüs yağı kokluyorum, sonra gene okuyorum. Komplo teorileri, türlü çığırtkanlıklar, galeyanlar, borazanlar sıçrıyor üstüme, hiçbirşeyden değil ama bu berbat enerjilerden korkuyorum!

Kısa süre sonra fotoğraftaki aydınlık yüzlü adamın memleketine gideceğim ya, vallahi sokaklarda ıslık çalarak danseder gibi yürüyeceğim, kimsenin beni cart diye etiketlemeyeceği yabancı bir yerde, bu kadar kesif ve ağır olmayan bir havayı içime çekeceğim ve gene kim ne derse desin şimdiden çok sevinmekteyim, evet ya, oh ya, birkaç günlüğüne de olsa bu itiş-kakış/yoluş-atış çorbasının içinden çıkıp gideceğim!..


İstiyorum ki şöyle ufak bir yaratığım olsun, çok sıkılıp bunaldığım zaman cebimden çıkarıp gözlerine bakayım, gevşeyip rahatlayayım. Sabahları büroya geldiğimde kalemlerim, kağıtlarım, kahve kupamla birlikte onu da yerleştireyim masama. Bütün gün üzüm yesin, nar yesin, hurma yesin, çekirdeklerini sağa sola, misafirliğe gelip işin gücün çokluğuna rağmen gitmek bilmeyenlerin, o kadar uğraşıp anlattığım halde hâlâ anlamamakta direnenlerin kafasına kafasına tükürsün! Gazetelerin saçma sapan okur yorumlarının tam üzerine işesin istiyorum, birileri gözümün içine baka baka yalan söylediği vakit benim bir tek bakışımla yerinden fırlayıp çığlıklar atarak onların saçını başını yolsun, kafasını gözünü paralasın, riyâkarları, yalakaları, fitne-fesatçıları, çıkarcıları, kâinatın muhteşem uyumunu varlıkları ile bozanları huzuruma geldiklerine geleceklerine bin pişman etsin! Ben çalışırken onun önüne tekmil önyargıları yığayım, o minik parmakları ile hepsini yırtsın, un ufak etsin, üzerinde tepinsin istiyorum! Sonra herşeye şöyle okkalı bir tekme atıp, yaratığımı da avucuma alıp basıp gitmek istiyorum, kesinlikle basıp gitmek istiyorum!..


********************************************

Ben bu insanların arayışını anlamaya çalışıyorum. Teist olduğum için duamı eksik etmediğim Tanrı fikrinin bu dâhilerin anlamaya çalıştığı büyük fikir olduğunu sanıyorum.O yüzden de türban savaşı verenlere de onlara fanatik biçimde karşı çıkanlara da zerre kadar saygım yok. Tümünün cahil ve saygısız olduğunu düşünüyorum!



Bu arada ben mi ne durumdayım; ben mutluyum ve açıkça söylemek gerekirse türban konusundan anormal derece sıkılmış durumdayım. Aslında bugünlerde Orta Avrupa’da bir şehirde oturuyor olmak istiyorum. Hava durumuyla bağlantım tamamen kopmuş olduğundan içimin de sıkılması mümkün değil oralarda. Bir şişe kaliteli viski ile buz kabı yanıbaşımdayken, kuantum fiziği ile ilgili kitabımı örneğin Prag’da veya Viyana’da okuyor olmak isterim.Viskiden de sıkılırsam Bizon marka vodka da içebilirim. Tek şartım var; bunlar dışında oralardaki evimdeki televizyonda Türk kanalları aman sakın ha olmasın! Ne haber ne de gazete görmek istiyorum. Bilmem anlatabiliyor muyum?..


Demiş olan da sevgili Serdar Turgut'tur, ben ilgili yazıyı dün gece yazmıştım, o ise 10 Şubat'ta yayınlamış bunu, niye hiç şaşırmadım Allah'ım, niye hiç şaşırmadım, niye hiç........



Ek ve de dip: Aha bunu yazanın yakınması da, derhal ateşe atılıp yakılması da birebir aynı, sabır ey alemlerin büyük Rab'bı!..


Pazar, Şubat 10, 2008

Encore/ Tekrar...

''6 Aralık 1997/Madrid-İspanya'' yazıyor fotoğrafın arkasında, bildiğimiz rulo filmli fotoğraf makinesi ile çekilmiş, dönüşte İstanbul'da bir fotoğraf stüdyosunda tab edilip basılmış. Yanımdaki adam o zamanki Akademi İstanbul'un ''İletişim Bölüm Başkanı'' ve benim lise yıllarından mahalle arkadaşım sevgili Nejat Şener oluyor. Ben de o sıralar ülkenin en iyi özel önlisans eğitim kurumu olarak bilinen Akademi İstanbul'un hocalarından biriyim ve bu fotoğraf çekildikten beş-altı yıl sonra okula ve okulun temel felsefesine olanları düşündüğümde rahatlıkla ''tüh, keşke hep o zamanda kalsaydık!'' diyebilirim... Neyse; konumuz bu değil elbette. Bu fotoğraf benim çok sevdiğim ülke İspanya'ya ilk gidişimde çekilmişti, ülke henüz peseta kullanıyordu, euro daha piyasalara avdet etmemişti. Daha sonra defalarca gittim, büyük bir bölümünü karayolu ile katettim, dolaştım gezdim ama o ilk gidişin lezzeti bir başkaydı zannederim. Geçenlerde bir sabah ansızın uykumdan uyandım, uyku sersemi ''ben kimim, neredeyim, burası neresi?'' diye sağıma soluma baktım ve nihayet İspanya'nın başkenti Madrid'de geçen rûyama kaldığım yerden devam edemeyeceğimi anladım. Ama yarım kalmış hiçbirşeyi sevmem huyum kurusun, ''anlaşıldı, benim İspanya'm gelmiş, tercero? Yok, yok galiba quinto, yoksa sexto muydu?'' (*) diye söylenerek yataktan kalktım ve derhal dünya tarihi ile 26 gün sonra gideceğim beş günlük seyahatin hazırlıklarına başladım. Düşündüm de; 10 yıl önce öğle yemeğini bu etcil restoranda yemeyelim diye tepinirken ve mönüyü işaret ederken yakalanmışım objektife, on yıl sonra da İspanya'nın bu meşhur gıda zinciri ''Museo del Jamon/Jambon Müzesi''nin kapısından içeri girmem. Değişen şeyler çok ama değişmeyip yerinde kalan da yok değil yani, bazı konularda hâlâ Nuh derim, peygamber demem. Bildiğim odur ki; ruhum ikidebir sağa sola kaçmaya, firar etmeye başlamıştı zaten ne zamandır, habire onu yakalamakla uğraşacağıma şimdi fanî vücudumu da yanıma alıp, ruhumun peşinden gitme zamanıdır. Bilinmez bu kaçıncıdır, kaçıncı tekrardır, benim ruhumda saymayı arada kasten unutan böyle hınzır bir yan vardır. O halde: Nos veremos (**) Madrid, benim için şimdiden güneşli bahar günleri sipariş et, gelince ararım, haaa, bu arada unutma, beni havaalanından aldır:) (*) Tercero, quinto, sexto: Üçüncü, beşinci, altıncı... (**) Nos veremos: Görüşeceğiz...