JellyPages.com

Çarşamba, Temmuz 10, 2013

Epilogo/ Sondeyiş...

Eşref Ziya Terzi bu kez ''Tırmık İzi'' için konuştu demiştik ve bazı başlıkları ''devamı sonra'' diyerek aktarmıştık, devam ediyoruz...

-Ben de bir ''imam hatip'' mezunuyum, İstanbul'luyum. Emrullah rolünü içselleştirmem bu yüzden fazla zor olmadı. Evet; oyunculuk eğitimi almış biri değilim ama senelerdir sahnedeyim. Sahnede olmanın elektriğine yabancı değildim, konser için halk önüne çıkmaktan farkı burada birini canlandırıyor olmak ve kamera önünde bulunmak. Çok zorlayıcı olmadı. Birkaç kez kaza tehlikesi atlattım, hâttâ bacağım ezildi, o gün çalışamadım ama işler genel olarak yolunda gitti. Ufak tefek aksilikler ekibin çalışma ritmini fazla etkilemedi.

- Bu yaz bir Anadolu turnesi yaptım, on yer dolaştık. Toplam 70 bin kişi izledi. Bu olağanüstü bir his. Müzisyenin başarısının albüm satışları ile ölçülmesini anlayamıyorum, En fazla 30 bin satan albüm ''patlamış'' oluyor. Daha popüler olayım diye kendi çizgimden uzaklaşamam doğrusu, zaten 300-500 bin satışı görmüş adamım. Yılda 40-50 konser veriyorum. Her şarkıma klip çekeyim diye zorlamam kendimi. Beni tanıyan tanıyor. Zaten bugüne kadar çektiğim klipler de çok sade ve iddiasızdır, yeter bana. Gene de klip çekmemi ve filmde oynamamı şiddetle eleştiren çok kişi oldu, onlar da beni ve tarzımı içselleştirmiş olanlardır, beğenene de, eleştirene de saygılıyım, yargılamam...

- Olmak istediğim ülkede ve yaşamak istediğim şehirdeyim. Birçok ülke dolaştım, İstanbul gibi bir kente rastlamış değilim daha. İstanbul'la aramda büyük bir aşk var, gün gelip bu aşkın biteceğini hiç sanmıyorum.Burası doğup büyüdüğüm kent, Emirgan'lıyım, halen oralardan uzaklaşamadım, İstinye'de yaşıyorum. Sanat çok özel bir konu, bağımsız olmayı gerektirir. Hiç ''artık tamam, ben oldum, bundan ötesi yok'' demedim, her zaman yapılabileceklerin daha iyisi vardır. Hedeflerim hep benden bir adım önde oldu. Öyle olmak zorunda çünkü, her sanatçıda olması gerektiği gibi. Ama bağımsız olmayı seviyorum. Asıl işim olan müzikte kadrajı belirleyen benim, bana kimse karışamaz. Sinemada durum pek te öyle değil. Gene de ''T.H.E İMAM'' severek yaptığım bir işti, ortaya çıkan yemek bana göre belki başta hedeflendiği kadar değil ama gene de lezzetliydi. Keyifli ve farklı bir çalışma oldu...

- Herkes niye ''T.H.E'' diye soruyor hâlâ, cevabı basit, film bir kompleks filmi aslında, ismi de bu nedenle bu şekilde seçildi, sadece ''İMAM'' olsaydı bu kompleks yansıtılamayabilirdi. Burada harfler arasında nokta oluşunun da saklı bir mânası var, Tarık, Hasan ve Emrullah isimlerinin, yani filmdeki üç erkek karakterin başharfleri bunlar. Seyirci bazı noktalarda düğümlendi, sözgelimi Emrullah ile motorsikleti arasında hobiden öte bir bağ vardı, niye motorsiklet kullandığını ve sonra onu niçin Hasan'a bırakıp gittiğini çoğu kişi anlayamadı. Tarık'ın arandığı sahne aşırı uzundu, yönetmene söyledik bunu ama montajda kısaltmamayı seçti, en çok bu bölüm eleştiri aldı. Bir sinema filmi çekilirken mutlaka birkaç farklı final tasarlanmalı bence, alternatif sonlar olmalı, en iyisine karar verilmeli. Ben filmi bu şekilde bitirmezdim. Bitecekse bari Emrullah'ın en yakın arkadaşının cenazesini yıkadığı sahne ile bitseydi. Muhtarın kızı ile bir yakınlaşma olmuştu, bu es geçilerek bitti film, en azından bir gözgöze gelme sahnesi falan olmalıydı. Motorsiklet Emrullah'a göre kimi gerçeklerden kaçmak içindi, Hasan'a göreyse sürmek için. Ben toprak yolda yürüyerek uzaklaşan bir Emrullah görüntüsü ile filmi bitirirdim sanıyorum. Bir tür ''yalnız kovboy'' olayı yani. Özellikle final havada kaldı...

- Oğlum Burak ayak izlerimi takip ediyor, gitar çalıyor ve hem filmde, hem de kliplerde oynadı. Ama bana sorulacak olursa asıl mesleği olarak bunları seçmesini istemem, başka bir işi, mesleği olsun, istiyorsa bunları da yapsın. Lâkin herkes kendi yolunu çiziyor yetenekleri doğrultusunda, seçimi böyle olursa fazlaca karşısında duramam. Ailem en önemli desteğim, işimin getirip götürdüklerini birlikte omuzluyoruz her zaman. Sanat insanın ailesi ile geçireceği zamanlardan çalıyor ne yazık ki, bencil birşey. Onlar da buna alıştı, sorun yaşamıyoruz bu konuda.

- Kendi şirketine sahip bir sanatçı olmanın avantajlarını elbette yaşıyorum. Çalıştığım ekibi ben seçiyorum. Başka sanatçılara da albüm yapıyoruz zaten, sadece kendi işlerimi yapmıyorum yani. Korsan bizim de büyük derdimiz, düpedüz hırsızlık, çok büyük bir kul hakkı! Bir sürü insanın emeği, ekmeği var bu yapılan işlerde, o kadar basit midir yani emeği, ekmeği çalmak? Türk sineması henüz sektörleşebilmiş değil, film yapmanın maliyeti çok yüksek. Fransız sineması, İtalyan sineması, İran, Hint ve Amerikan sinemaları gibi kendine özgü bir dili yok Türk sinemasının. Oysa sinemanın bir dili vardır, ayırdedici birşeydir bu. Yönetmen olarak Çağan Irmak'ın tarzını çok beğeniyorum. Cem Yılmaz'ı seviyorum, benim için çok ayrı bir yerde o. Beni Mahsun Kırmızıgül ve Çelik'e benzetiyorlarmış, olsa olsa onlar bana benziyordur, ben onlara değil:) Çünkü onlar daha yokken bu piyasada ben vardım. Arabesk yapıyor nitelemesi ''Ekşi Sözlük'' ağzıdır, yorumdur, saygılıyım ama buna katılmıyorum. Yaptığım müzik arabesk değil...
- ''İmam hatip''li olduğu için zenci muamelesi gören çok insan var, evet. Sadece bunu ele alan bir film de yapılabilir, sakıncası yok. Ama ''T.H.E İMAM''ı tek başına bu konuya ilişkin bir film olarak değerlendirmek yanlıştır. Filmin asıl amacını saptırır. Türkiye'de bir ''merkez'' var, bu şey tanımsız. Adama ''nerede oturuyorsun'' diye soruyorsun, ''Etiler'in arkasında'' diyor, aslında oturduğu yer Armutlu. Böyle söyleyerek bu ''merkez'' dediğimiz şeye yakın bir duruş sergilediğini, durumunu meşrulaştırdığını düşünüyor. Toplumsal açıdan bu ''merkez'' kabûl edilen şeye yakın ya da uzak olmak bir ölçü çünkü. İsmi Emrullah olan bir adamın kendini Emre olarak tanıtması da bunun uzantısı işte. Saklanan, gizlenen çok insan var böyle, gerçek kimlikleri ve geçmişleri ile ortaya çıkarlarsa merkezden uzak düşeceklerini sanıyor, bundan çekiniyorlar. Konu sadece ''imam hatip'' konusu değil yani, bu yüzden değil...
Söyleşimizi bitirirken bol bol da güldük Eşref Ziya Terzi ile, filmde çapkın iş arkadaşının acilen gelmesini istediği telefonu üzerine ''gelemem şimdi, piliç ayıklıyorum oğlum'' şeklindeki repliği aslında argo diliyle bir zamparalığı ifade ediyordu, restoranda genç ve güzel bir hanımla yemek yeyip içki içerken yarıda kesip hiçbir yere gidemeyeceğini söylüyordu çapkın arkadaş. Bakınız:

''piliç ayıklamak konusunda destan yazmış,efsane olma kapasitesine sahip yapım
*:--- spoiler ----abi bu akşamlık piliç ayıklamayıver de hastaneye gel
-olmaz koçum bu pilici ayıklamam gerekiyor bu akşam
-abi bir aylık pilicini ayıklama bu akşam ya
-olm ne zamandır bu pilici ayıklamayı bekliyordum
-abi daha sonra ayıklarsın o pilici
-bu akşam ayıklayamazsam bi daha ayıklayamam ben bu pilici
-abi sen de bi gün piliç ayıklamasan olmuyo sanki
-olmaz tabi olm sana da bulalım bi pilç sen de ayıkla...
--- spoiler ---(bkz: eeeh eytere bea)
(sea witch, 16.11.2005 03:13 ~ 25.12.2005 19:14)''


Bu bölümün ''Ekşi Sözlük'' teki bu yorumuna çok güldük birlikte, ''haklı bir eleştiri'' diyerek yazanın hakkını teslim etti Eşref Ziya ama biz gene de gülmekten kendimizi alamadık işte:) Teşekkür edip vedalaştıktan sonra giriş kapısına indiğimde bu küçük sarı bebeciği gördüm. Sütlü ekmeğini iştahla yiyordu, orada bakılıyormuş, geceleri bekleme salonundaki koltuklarda uyuyor ve kocaman saksıların dibini eşerek tuvalet ihtiyacını gideriyormuş. ''Kızmıyor mu kimse buna'' diye sordum kapıdaki sekreter kızcağıza, ''yoo'' diye cevap verdi, ''o kimsesiz bir ufaklık, burada bakıyoruz, halinden çok memnun, baksanıza...'' İçim ısındı tabii, her türlü ortak varoluş kaygısının karşısına çıkan ''biz'', ''onlar'', ''şunlar'', ''bunlar'', ''ötekiler'' vaziyetini bir defa daha düşündüm, bir defa daha çok gereksiz ve anlamsız geldi bana...

Kocaman akvaryumdaki tropik balıklara da selâm verdim elbette. Camı tırnağımla tıktıkladığımda oraya toplaşıp merakla bana baktılar. Sonra gördüler ki önemli bir durum yok, acaip bir kadın burnunu cama dayamış ''höy löy löy löy'' falan diyor, sükûn içinde yüzgeç vurmaya devam ettiler kendilerine ait dünyada. Kediciğin karnı adamakıllı doymuş, koltuklardan birine çıkıp kurulmuştu bu arada. E benim için de artık gitme zamanıydı, hem öyle böyle değil, ardımda İstanbul'u bırakacaktım ne de olsa. ''Teşekkürler, iyi akşamlar'' dedim orada kim ve ne varsa, ayırmadım, yargılamadım, sınırlamadım, bunun benim haddim olmadığını bilerek kapıyı çekip çıktım hülasa...
(Eşref Ziya Terzi ve Marmara FM çalışanlarına selâm ve şükranla...)

Denso/ Yoğun...

Önce; Çarşamba gecesi bir araya geldik ve eğlendik. Çünkü senelerdir TRT İstanbul Radyosu'nda birlikte çalıştığım sevgili arkadaşlarım hem sağlıkla geri dönüşümü kutlamak, hem de beni İstanbul'dan Ankara'ya ağlaya sızlaya değil, güle oynaya uğurlamak istediler. Hepsine bir kez daha gönülden teşekkür ediyorum, onları çok seviyorum. Hem; biz ayrılmıyoruz ki, her zaman beraberiz...
Sonra; O'nu andık. Biliyorduk ki O ağlayarak, üzülerek değil anlaşılarak, düşüncelerinin farkında olarak anılmayı isterdi. Bu anmaya kimi zaman hüzünlü, kimi zaman oynak Rumeli türkülerinin eşlik etmesine kızmazdı. Çünkü O evvelâ insandı, öfkeleri, sevinçleri, aşkları, yanlışları, doğruları, inatları, hırçınlıkları, zaafları vardı, elbette olacaktı, olmuştu. O güzel kafasının içindeki fikirlerin, sonradan bütün dünyanın -hâttâ zamanında düşmanları olarak savaşmış olduğu devlet başkanları ve komutanların bile- övüp hakkını teslim ettiği müthiş öngörüsünün aradan geçen bunca uzun yıla rağmen taptaze ve güncel kalabilmiş olmasıydı asıl saygı duruşunu hak eden kavram. Dünya kaç tane böyle adam görmüştü ki? Ayağa kalkıp beş yaşımızdaki anaokulu önlüğümüzün altında küt küt atan ufak yüreğimizi, avucumuzda sımsıkı tutulmaktan terleyen kasımpatı saplarını, minicik askerler olarak büstü başında tuttuğumuz 10 Kasım nöbetlerini hatırlayarak ve elimizde olmadan direği sızım sızım sızlayan burunlarımızı çekerek birkaç dakika sessizce, sadece O'nu düşünerek siren seslerini dinlemek çok muydu yani? Ben yeşil-beyaz çubuklu buruşuk pijamam ve yıkanmamış yüzümle ellerim iki yana yapışık ve duygularım gene karmakarışık saygı duruşundayken kedi çocuklar da sıraya dizilip öylece beklediler, siren sesleri sona erip saat dokuzu on geçene kadar hayata beş dakika ara verdik. Hiç görmedik O'nu ama ne çok özledik...
Sonra; aldım telefonu elime, çevirdim numarayı, açtı. ''Hani söz vermiştin ya ameliyatımdan önce'' dedim, ''konuşacaktık''. ''Sözüm söz'' dedi, ''gel de konuşalım hadi...''
Kalkıp gittim tabii, Çamlıca sırtlarında muhteşem manzaralı bürosunda oturup didik didik ettik birçok şeyi. Şöyle ki:
- Eğer %1'lik bir tereddüdüm olsaydı ben ''T.H.E İMAM''daki Emrullah rolünü oynamayı kabûl etmezdim. Bu işe soyunduğumda asla arkama bakmayacağıma dair kendime söz verdim. Çok eleştirileceğimi ta başından biliyordum zaten. Ama bu eleştiriler içinde gerçekten çok güldüklerim de oldu lâf aramızda:) Bu ''pardon''u olan bir konu değildi, farkındaydım. Nitekim; daha film vizyona girmeden evvel tüm namlular üzerime çevrilmişti, buna hiç şaşmadım. Hâlbuki filmin yönetmeni de ben değildim, senaristi de, ben yalnızca Emrullah rolündeki adamdım, kaldı ki filmde benden başka bir sürü oyuncu vardı...
- Bu filmi Sinan Çetin yönetseydi çok daha sert bir film çıkacaktı ortaya. Beş-altı kere toplantı yaptık, çok heyecanlandığı bir projeydi ama senaryo konusunda anlaşamadık onunla. Niyetimiz onun istediği kadar sert bir film yapmak değildi, bu sebeple yollarımız ayrıldı. Filmi o yönetseydi gene ben başrol oynar mıydım? Sanmıyorum, belki...
- Bu bir dinî film değildi, bir ''imam hatipli'' filmi hiç değildi ama herkes konuyu böyle anlamayı seçti. Bu kendisi ile ilgili gerçekleri gizleyen, gizleme gereği duyan, saklanan herkesin filmi olmalıydı oysa. Olamadı. Elbette mükemmel bir film değildi ama o kadar yerden yere vurulacak bir film de değildi, daha kötü o kadar çok film var ki, herkes eleştirmeye baştan hazırdı zaten, öyle de oldu...
- Ramazan'da vizyona girmek önemli bir teknik hataydı, bu filmin gişe başarısını etkiledi. Hikâye iyiydi, senaryo sağlamdı ama bazı şeyler seyirciye yeterince anlatılamadı. Ben olsam filmi böyle bitirmezdim, zaten bizim filmimizin ne başı, ne de sonu öyle değildi. Fazla uzatılan sahneler sebebiyle seyirci çoğu yerde filmden koptu. Eleştirilerin haklı olan tarafları tabii ki var ama yönetmene bir yere kadar karışabilirsiniz, daha fazlası olmaz. Devam filmi çekilecek, hâttâ bir televizyon filmi ya da dizi olarak düşünülüyor. Hikâye buna müsait. Ama ben önce müzisyenim, asıl işim bu ve her zaman da öyle olacak. Protest ya da arabesk müzik yaptığımı kabûl etmiyorum, benim müziğimde arabesk tını yok. Herkesin karşı çıktığı şeyler olduğu gibi benim de var ama sadece birşeylere karşı çıkmış olmak için müzik yapmıyorum. Bu benim kendimi ifade etme biçimim, belli bir kesimin sanatçısı değilim, mesajımı şişenin içine koyup denize bırakıyorum, kim bulup okursa artık...
- 15 senelik müzik hayatımda sadece iki klip çektim. Popüler olayım, herkes beni tanısın diye bir derdim yok. Konserlerim zaten doluyor, birçok albüm yaptım. Hobisi motor olan bir adam olmadım hiç ama bu motor bana yapıştı, yakamı bırakmıyor. Satayım dedim, satamadım da:) Arada binip dolaşıyorum. Filmde saçlarım kaynaktı, o da bir etikete dönüştü ama şimdi kestim. Ben Emrullah ya da Emre değil, Eşref Ziya Terzi'yim, bunun anlaşılmasını istiyorum. 23-24 yaşlarında olsaydım bu rolün getirdiği şöhret hayatımı belki sarsabilirdi ama 37 yaşında, evli ve üç çocuklu bir adamım, düzgün bir aile hayatım var, bundan da çok memnunum, ötesini niye isteyeyim ki?.. falan dedi, daha da birçok şey söyledi ama hepsini niye şimdi yazayım? Bırakın da ''azzzzz sonraaa'' diyerek işimin keyfini çıkarayım:)
Çıkarken filmin dev afişinin önünde duran meşhur YAMAHA'nın hatırını sordum. Doğrusu bana birkaç numara büyük birşeydi:) Ona atlayıp peşine düşecek herhangi birşeyim ya da ''T.H.E İMAMİYE'' adlı aynı filmin hatun kişi versiyonunu oluşturup rol almak gibi bir niyetim de yoktu, küçük bir hatıra fotoğrafı için izin istedim sadece bu siyah ve büyük şeyden. Eşref Ziya röportajını ameliyatımdan evvel plânlamıştım, İstanbul'dan ayrılmadan önce de yaptım işte, konu bu. ''T.H.E İMAM''ı hâlâ izlememiş olanlara izlemek için biraz zaman vereyim, kısa süre içinde röportajı yayınlayacağım. Serin İstanbul akşamına çıktığımda, ellerim cebimde bir süre yürüdüm, bir de baktım ki ''len mıhtaaar, naasssın'' diye diye Üsküdar'ı bulmuşum:) Sırtımdaki kocaman çantadan mıdır, kafamın içinde dönüp duran tilkisel yoğunluktan mı artık bilemeyeceğim, omuzlarım ağrıdı birden. İstanbul'a öyle sessiz sedasız bir veda da yakışmazdı ya, kalabalık ve yoğun elvedalar uçuşuyor havada, deniz ise nicedir mûtedil dalgalı zaten. Bunca yoğunluğa rağmen...