JellyPages.com

Pazartesi, Haziran 23, 2014

İşte böyle...


Mardin bu kadar değil tabii... Daha anlatacak çok şeyi var ama yeniden gitmek gerek, öyle kısa bir güne sığdırma haksızlığı yapamam bu sihirli şehire. Sevgili Misket Dikmen'in Kasımiye Medresesi avlusundaki havuz başında çektiğim fotoğrafının orijinali buydu, ışık kırılmaları ve gökkuşağı renkleri bize Mardin'in özel armağanıydı. Bu fotoğraf ''Chi/Yaşam Enerjiniz'' dergisinde yer almıyor. ''Yola çıktım Mardin'e...'' demek isteyenler için; Fly Air Mardin'e İstanbul'dan direkt uçuyor. THY ile Diyarbakır'a uçup, oradan 1,5 saatlik bir kara yolculuğuyla Mardin'e gidilebiliyor. GAP turları içinde de yer alıyor sanıyorum Mardin. ''Gidip gören herkesin kendi Mardin'i vardır anlatacak...'' demiştim, işte benim Mardin'im...

Fotoğraflarla daldığım sisli geçmişten Gabriel Akyüz’ün sakin sesi çıkardı beni, ‘’ önemli olan inanmaktır’’ dedi, ‘’bunun biçimi, ifadesi hiç önemli değil’’ ve ardından ekledi: ‘’ Eğer inançlar yani dinler barışmazsa insanlar hiçbir zaman barışmayacaktır…’’ Avludaki ağaçlardan güvercinler havalandı, kanatlarına takılan erguvan rengi akşam Mor Behnam Kilisesi’nin nakışlı taşlarına dokunup ruhanînin aynı renkteki ipek gömleğinin kıvrımlarında dağıldı. İçimizi kuşatan huzurla teşekkür ve veda ederek ayrıldık bu kutsal mekândan, saygıdeğer ruhanî hiç değişmeyen sükûneti ve belli-belirsiz ama hep varolan ince gülümsemesi ile uğurladı bizi. Mardin kurulduğu tepeden geniş ovaya birer birer yanan ışıklarıyla göz kırparken, ‘’ evrensel barış ve dinler kardeşliği’’ adına, taşın fısıldadığı bu kadim duaya ‘’amin’’ demek düştü bize. Kimbilir, belki birgün…

Sözün burasında bir delikanlı elindeki tepsiyle odaya girdi, şerbet dolu bardakları sırayla ikram etti. Bu tatlı serinliği yudumlarken karşılamaya hazırlandığımız Ramazan ayı geldi aklıma ve benzer bedenî ibadetlerin Süryanî topluluğunda da olup olmadığını sordum. ‘’Elbette var’’ dedi ruhanî Gabriel, ‘’ bizde perhiz ve perhizli oruçlar vardır. Perhizlerde sadece yalnızca sebze yeriz, zeytinyağı kullanırız, hayvanî hiçbir şey yemeyiz. Süt, peynir, yoğurt ve yumurta dahi yenmez bu dönemde. Hz. Meryem’in intikal bayramında 5 gün, Hz. İsa’nın elçileri anısına 3 gün, ayrıca her Çarşamba ve Cuma günü perhiz vardır. 3 gün boyunca hiçbir şey yemeden ve içmeden uyguladığımız Nihova orucumuz var, ayrıca Mart ve Nisan aylarında 50 gün boyunca perhizli oruç tutarız. Yani; hayvanî hiçbir şey yememekle birlikte gece yarısından ertesi gün öğlene kadar da bir şey yemeyiz ve içmeyiz. Müslümanlıktaki oruç ibadetinin amacıyla aynıdır bizimki de, bedeni ruha karşı zayıf tutarak ruhu güçlendirmek içindir. Çünkü beden geçici, ruh ise ebedîdir…’’

‘’Peki ya ölüm’’ dedim, kısa bir suskunluktan sonra ‘’biz ölümü intikal olarak görürüz’’ diyerek cevap verdi. ‘’ Azizlerimizi andığımız günler de doğum değil, ebedî hayata geçiş anlamına gelen ölüm günleridir. Ölüm son değil ki, tekrar dirileceğiz, yargılanacağız ve yaşarken yaptıklarımızdan ötürü cezalandırılacak ya da mükâfatlandırılacağız…’’ Aramızda inanç biçimi olarak farklar olsa da, sonuçta inandıklarımızın aynı şeyler olduğunu gayet açık ifade eden bu sözlerinden sonra arkasına yaslandı, ‘’ ölmüşlerimizin ardından 3., 15., 40. günlerinde ve birinci senelerinde yemek sofralarında bir araya geliriz, kabirleri başında özel yapılmış bir ekmek dağıtırız, hatıralarına saygı ile dualar ederiz ama her zaman ölümün son değil, aslında başlangıç olduğuna inanırız. Ölüm ruhun özgürlüğe kavuşmasıdır, beden hapishanesinden kurtularak sonsuzluğa kanat açmasıdır…’’ Sözünü tamamladığı sırada duvardaki çok eski saat çalmaya başladı, saatime baktım, duvardaki saatle benim saatim birbirini tutmuyordu. Dedim ya, bu şehrin sınırları içine girdiğiniz andan itibaren başka bir zaman boyutuna geçiyordunuz, ışığın suda kırılması gibi Mardin’de de zaman kırılıyor, sizi bulunduğunuz andan alıp başka boyutlara uçuruyordu. Geniş pencerelerden akşamla giderek kızıllaşan medeniyetler toprağı Mezopotamya ovası görünüyordu, lacivert gökyüzünde yıldızlar çakmaya başlamıştı. Yerimden kalktım, duvarda yan yana asılı duran eski fotoğraflara baktım. Çoğunda sandalyeler üzerinde oturan, siyah cübbeli ruhanîler görülüyordu, birinde ise yüz kısımları bulanık gri bir gölgeye dönüşmüş, zamanın acımasız silgisi bu fotoğraftaki çoktan ebedîyete intikal etmiş olan din adamlarının simalarınının üzerinden geçip gitmişti. Çok etkilendiğim bu fotoğraf ne yazık ki camlı bir çerçeve içindeydi, fotoğraf makinem yansıma yapmadan çekemezdi, sadece video ile kaydedebildim. Mardin’in geçmiş günlerinden zamanımıza kalan birçok fotoğraf vardı duvarlarda, hemen hepsi tek kopya idi, belki de böyle olması gerekiyordu. Her şeyin bu denli kolay kopyalanıp çoğaltıldığı taklitlerle dolu modern zamanımız içinde bu fotoğrafların asılı oldukları duvarda kalabilecekleri kadar kalmaları belki de daha iyiydi, kimbilir?...

Sağ ve sol tarafında antika ahşap sedirler bulunan, duvarlarında çok eski sepya fotoğraflar asılı tertipli odaya girdik, masasına oturdu ve etkileyici sesiyle başladı anlatmaya:
‘’1959 doğumluyum, Midyat-Alagöz köyündenim. Köklerimiz oralı. Ben de ilkokul sonrası Midyat Mor Gabriel Manastırı’na girdim, orta ve lise tahsilimi orada yaptım. Daha sonra Nusaybin’in bir köyüne gittim, kilise medresesinde eğitimci olarak… Din eğitimi vermek, koro kurup ilahiler öğretmek için. 1985 yılında Mardin Süryanî Kadim Cemaati’nin isteği üzerine burada, yani Mor Behnam Kilisesi’nde papaz olarak takdis edildim. Süryanî kilise sistemi içinde ruhanîler ikiye ayrılır; papazlar ve rahipler olarak. Şöyle ki; bekâr olanlar papaz olamaz, rahip olanlar da bekâr olmak zorundadır. Rahip olmak için üç ana şart vardır, bekârlık, fakirlik ve mütevazılık. Ben 19 yaşımda evlendim, eşim ise 18 yaşındaydı…’’
Daha evvel telefonda konuştuğum Yuhan Gabriel Akyüz’ün oğluydu, başka çocuğu var mıydı acaba? Hafifçe gülümseyerek başını öne eğdi, üzerimizde yaratacağı şaşkınlığı göze alarak ‘’13 çocuğum var’’ dedi, ‘’en büyüğü 27 yaşında, geriye doğru gidiyor işte yaşları…’’ Gerçekten çok şaşırdık, kırlaşmış saçları ve sakalının yüzüne verdiği olgun ifade dışında saygıdeğer ruhanînin o yaşta çocuğu olabileceğine inanmak güçtü doğrusu. Şaşkınlığı çabuk atlatıp sözü gene Sn. Akyüz’e bıraktık.
‘’ 6. yüzyılın ortalarında inşa edilen bu kilise 12., 17. ve 18. yüzyıllarda üç kez tadilât gördü. 13. yüzyıldan itibaren 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar Süryanîlerin din merkezi oldu. Hâttâ Mardin bu anlamda ikinci Kudüs ilân edilmiş olan kutsal bir şehirdir. Hristiyanlığı toplum olarak kabûl eden ilk topluluktur Süryanîler. Halen konuşmakta olduğumuz Süryanîce Hz. İsa ve Hz. Meryem zamanından bu yana kullanılmaktadır. Dilimizi yaşatmaya çok önem veriyoruz bu nedenle. Süryanî din sistemi demokratik yapısı ile dikkat çeker, ilk ayin programı Süryanîce yapılmış, ayinler içinde ilk kez müzik kullanılmıştır. Kadın haklarının verilmesi, yani kadınların ayinlere katılabilmesi, dinsel kimlik kazanması gene Süryanî kilisesi içinde olmuştur. Ülkemiz sınırları içinde artık yok ama, bazı manastırlarda Süryanî rahibeler vardır hâlâ. Bizler kiliseyi suiistimal etmeden, dinle devlet işlerini birbirinden ayırarak yaşamayı hedef alan bir topluluğuz, İncil yolumuzu aydınlatan bir ışıktır. Zaten kiliseyi yahût dini suiistimal etmek, başka maksatlarla kullanmaya kalkışmak çok tehlikelidir, diyebilirim ki neticeleri atom bombasından bile tehlikeli olur…’’

6. yüzyılın ortalarında Süryanîler tarafından inşa edilen ve asıl adı ‘’Mor Behnam’’ olan ‘’Kırklar Kilisesi’’ne giden yolu işaret eden levha daracık, basamaklı bir sokağa saptırdı bizi. Yokuş yukarı çıkarken taş duvarların ardından süzülen ilahi seslerine bakarak bulduk yolu, küçük bir kapıdan geçerek avluya girdik, şimdi artık zamanın başka bir yerinde, ‘’Kırklar Kilisesi’’ndeydik…
Pers-Sasani İmparatorluğu sınırları içinde yer alan Asur vilayetinin emiri Senharib’in, çocukları Behnam ve Saro’yu Hristiyanlığı benimseyip kabûl etmeleri üzerine öldürmesi bu kilisenin inşasına vesile olmuş. ‘’Mor Behnam’’ olarak bilinen adı, 12. yüzyılda ek bir isim alarak ‘’Kırklar Kilisesi’’ diye de anılmaya başlanmış. 3. yüzyılın ortalarında Kapadokya’da, Hristiyanlığı kabûl eden kırk kişi Roma imparatoru Dokiyos tarafından Sivas’a sürülüp orada bir buz göletine atılarak öldürülmüş, inançları uğruna ölen bu kırk şehidin kutsal hatırasını yaşatmak için halk kiliseye ‘’Kırklar Kilisesi’’ adını da eklemiş. Mardin ve çevresinde, özellikle manastır ve kilise isimlerinin başında yer alan ‘’mor’’ kelimesi bildiğimiz renk nitelemesi değil (Mor Mihael, Mor Behnam vb.), Süryanî dilinde ‘’sayın, aziz, kutsal’’ anlamını karşılıyor.
Yapılışından bu yana hep ‘’metropolitlik’’ merkezi olmuş bu kilise. Ayrıca ‘’patriklik’’ merkezinin 639 yıl süre ile Deyrülzaferan Manastırı oluşu, halk ilişkilerinin de ‘’Kırklar Kilisesi’’nden yürütülmesi burayı dinî açıdan daha önemli kılıyor. Bir başka önemli yanı da sadece ibadet yeri olarak değil, 1799-1928 yılları arasında ‘’rüştiye okulu’’ olarak hizmet vermesi, anılan süre zarfında dinî ilimler yanında başka ilmî eğitimler de vermiş olması. Hâlâ ibadete ve ziyarete açık, biz kapıdan girdiğimizde de Cumartesi ayini bitmek üzereydi…
Belki de şimdiye kadar çektiğim fotoğraflar içinde en güzeliydi, asıl rengi bu değil, üzerinde oynadım. Bu fotoğraf sevgili Misket dışında kimsede yok zaten. Mardin Kasımiye Medresesi avlusundaki havuzun başında çekildi. Orada ışık mı suda kırılıyordu, zaman mı ışıkta, belli değildi, halen bilen yok bunu, değil mi Misko?... Posted by Picasa

Mãgico Mardin/ Sihirli Mardin...

''Taşın Fısıldadığı Kadim Dua: Mardin...'' başlıklı yazım Chi/Yaşam Enerjiniz dergisinden sonra çok yakında ''Tırmık İzi''nde de yer alacak. Yanımdaki ''Kırklar Kilisesi'' adı ile bilinen ''Mor Behnam Kilisesi'' ruhanîsi sevgili Gabriel Akyüz. Çalışma odasının duvarında yer alan, en yenisi yetmiş yıllık resimlere bakıyoruz birlikte. Çoğu sararmış, rutubetten bozulmuş, solmuş. Kopyaları yok, ben yüzsüzlük edip istedim ama sevgili Akyüz bunların çok çok eski ve tek kopya fotoğraflar olduğunu söyledi. Ben de kendisi ile çektirdiğimiz bu fotoğraf üzerinde biraz oynayarak duvardaki resimler gibi sararttım, silikleştirdim. Orijinali röportajın içinde, sayfada yer alacak. Sn.Akyüz ile TRT FM/Buyrun Radyo programı için telefonla canlı bağlantı da yaptık, epey yorduk o gün kendisini yani:) Posted by Picasa

Saludo Mardin/ Selâm Mardin...

Sevgili Mehmet Arif Savur haber verdi; www.e-mardin.com sayfasına beni de yazar olarak eklemişler. ''Tırmık İzi''ne link vererek yazılarımı sayfalarına almışlar. Daha Mardin'i ziyaret etmeden önce, araştırma yapmak için bulduğum en kapsamlı siteydi bu, diğer iki yazar da önceden tanıdığım sevgili dostlar olunca bu tesadüf daha da lezzetlendi:) ''Chi'' dergisi Kasım sayısında yayınlanan yazı vesilesiyle ben de bir anlamda ''fahrî hemşehri''si oldum Mardin'in ve sevgili Mardin'lilerin, bu sayfaya emek veren herkese ve sevgili Savur'a bir kez daha teşekkür etmek isterim. Ve daima; ''saludo Mardin''... Posted by Picasa

TAŞIN FISILDADIĞI KADİM DUA: MARDİN…
''Chi/Yaşam Enerjiniz'' dergisinin Kasım sayısında yayınlanmıştır.

‘’Kasımiye Medresesi’’nin üst katında, sol taraftaki büyük kubbenin yanında durup ovaya baktım. Akşam güneşi altında sonbaharın bütün renklerini dalgalandıran, ufuk çizgisine doğru koyulaşıp laciverte dönen, uçsuz bucaksız bir sihir deniziydi önümde uzanan… Burada zamanı dondurup öylece kalmak istiyor insan ama Mezopotamya ovasının büyüsünden kurtulup biraz daha yukarıda bizi bekleyen Mardin’e gitmemiz gerekiyordu, ‘’Kırklar Kilisesi’’nde, ‘’inancın taşa nakışlandığı’’ yerde tarihle randevumuz vardı. Eğilip medresenin avlusundaki havuza baktım bir kez daha; taş kubbelerin kenarından süzülen güneş ışığının su ile buluştuğu noktada sadece ışık değil, adeta zaman da kırılmıştı, gözlerimi kapadım, gökkuşağı renkleriyle yıkanan ruhumu Mardin’e teslim ettim…