JellyPages.com

Pazar, Kasım 25, 2007

Quantos anos tienes?/ Kaç yaşındasın?..

Dün aldım haberini; zihnimi, fikrimi olabildiği kadar temiz tutmak için gazete almıyorum, televizyonla aram zaten hiç yok, aptalca konuşmalarla habire bölünen ana temalara tahammülüm olmadığından radyo falan da dinlemem genellikle, baban aramasaydı herhalde uzun süre haberdar olmayacaktım gittiğinden. Büyüyüp, serpilip ne güzel bir genç kız olduğunu görmek, haberini alınca internetten yaptığım araştırmada önüme dökülen gazete haberleri ile kısmet olacakmış demek. Çok yandım sana çok, bilemezsin ve sen daha ufacık, sevimli bir kız çocuğu iken Şirince'de kutladığımız o doğumgününün hatırasını ne kadar uzağa gidersen git, hafızamdan silemezsin...

Ben o zamanlar şimdi olduğumun yarısından ancak birkaç kilo fazlaydım herhalde, çok sağlıksız ve çok mutsuzdum, çünkü çok yanlış bir yerde durup öyle bakıyordum çevreme, bu sebeple herşey korkunç ve çözümsüz görünüyordu elbette. Ama ne kadar mutsuz olursam olayım Şirince'yi severdim; anneni, babanı, kardeşini, sizin restoranda yediğim gözlemeleri, bol yıldızlı geceleri, köyün eski hikâyelerini, kedilerini, köpeklerini, güvercinlerini severdim. Senin bıcır bıcırlığını, makyaj malzemelerimle oynamanı, çocuk gülüşlerini severdim. Bu fotoğraf çekileli herhalde bir onüç sene falan olmuştur, ben fotoğrafların arkasını yazmıyorum artık, uzun zaman evvel bıraktım. Aynı dört harfle başlayan isimlerimiz ve bu fotoğraftaki gülüşlerimizin üzerinden ne çok şey geçti, değil mi? Anlamlarımız, hayattan anladıklarımız, inandıklarımız, güvendiklerimiz, görünüşlerimiz, herşeyimiz değişti tabii, çünkü değişmeliydi. Ne sen öyle kaygısız, dertsiz tasasız bir kız çocuğu olarak kalmalıydın, ne de ben öyle erimiş, kurumuş , mutsuzluğuna tutunmaktan başka çare bulamamış bir genç kadın olarak zamanda donmalıydım. O vakitler şimdiki gibi dijital kameralar, cep telefonunun içinde gizli fotoğraf makineleri falan yoktu mâlûm, bu fotoğraf ta içinde klasik film rulosu olan, sıradan bir makine ile çekilmişti, deklanşörün sesi bizi o ana, o zamana hapsetmişti, öylece kaldık sanki ama biliyorsun, aslında bu doğru değildi...

Aslında biz o sesle farklı yönlere doğru koşmaya başladık belki; sen kendi kısa hayatının dönemeçlerini geçtin nefes nefese, ben varlığımdan parçaları döke saça durmadan tur bindirdim bu fotoğraftaki eski halime, durup arkamıza hiç bakmadık, ne de iyi yaptık... Derken; baban aramaz mı dün birden, çok zaman olmuştu, sesini çıkartamadım bu yüzden, karşılıklı kısa hikâyeleşmeler olağandır bu gibi durumlarda, gene öyle olacak sandım ama babanın söylediği benim hikâyemi bölüp parçaladı işte tam orta yerinden! Baban aramasaydı haberim olur muydu bilmem, ben artık kendi içime çevirdim yüzümü, öyle yaşıyorum. Seçimlerimin sonuçlarını baştan kabûl ederek bu hayatı taşıyorum. Pek az şey bozabiliyor bu şekilde dengeye oturmuş bir ritmi ama, elini vicdanına koy da söyle be kızım, ondokuz yaş çekip gitmek için fazla erken değil mi? Ruhunun seçimlerine elbette saygılıyım, ayrıca tekamülün için seçtiğin yer de çok anlamlı, Şirince fakat... Neyse, boşver, insanın kendi uydurma tesellisi olan zaman üzerine fikirlerimi belki de kendime saklamalıyım. Tekamül plânı içinde ne erken vardır, ne de geç, ama acıyı hissetmek te gayet insanî bir vaziyet, o yüzden ben şimdi senin acını yaşayayım bir müddet, müsaade et ...

Dün geceden bu yana inanılmaz bir sisle örttü yüzünü Ankara, kedi çocuklar bile hayretle bakmaktalar pencereden görünen bu yeni ''yokdünya''ya. Sen ise iki farklı fotoğrafınla çalışma masamdasın, biri kahve kupasının ardına gizlenmiş, diğeri kalemin altından bakıyor odaya. Birinde benim yanımda, öbüründe ise tek başınasın. Demek şimdi sen vesikalık fotoğrafında solda görünen ama hakikatte sağda olan, alnında parlayan o tuhaf ışıktasın, bu boyutu ondokuzunda alelacele bitirip gittin, peki acaba orada kaç yaşındasın?..

Sevgili Hande İnal'ın ışıklı hatırasına saygı ve daima sevgi ile, kalbimdesin, aklımdasın...


Posted by Picasa

Salı, Kasım 20, 2007

Que va!/ Yok canım!..

Hiç en yakınınızdaki insanların bazen yaşam enerjinizi bir vampir gibi emip tükettiğini düşündüğünüz oldu mu? Aile bireyleriniz olabilir, arkadaşlarınızdan bazıları olabilir, hâttâ eşiniz, sevgiliniz bile olabilir kimi zaman bu vampir, peki bunu farkedip konu üzerinde hiç kafa yordunuz mu?..
Yoksa farkında olduğunuz halde, ''aman kırmayayım, üzmeyeyim'' vaziyetine tutunup hep kendinizden mi verdiniz? Diyelim ki öyle; pekâla bunun aslında fena halde ikiyüzlülük olduğunu ne vakit farkettiniz? İnsan kendisini tüketen, yoran, inciten, yerinde saydıran, engelleyen, üzen, kırıp döken ama tüm bunlara rağmen gene de sevdiği şahıslara acaba neyi kurtarmak adına katlanır? Tamam; aile bireyleri konusunda durum biraz farklı ve tartışmalıdır ama iş arkadaşlığa gelince işte orada bence ''zınkkk!'' diye durmalıdır. Durmalı ve düşünmelidir kişi; hakiki arkadaşlık nedir ve ne için vardır?..
Bundan sonrası naçizane bir tavsiye listesi olacaktır, dileyen dikkate alır ve üzerinde düşünür, dilemeyense okumaya dahî zahmet etmez, mevzu tamamen tercihe bağlıdır. Efendim; evvelâ yakınlık içinde olduğunuz şahısların kendilerine saygı seviyelerine bakacaksınız, bir insanın bedensel ve ruhsal varlığına saygı duyup duymadığını anlamak hiç te zor değildir aslında. Yakınınızdaki kişi gelecek için olumlu plânları olduğundan söz ediyor, sürekli yapmak istediklerini anlatıyor, hayâllerini sizinle paylaşıyor diyelim. Eğer bu şahıs berbat besleniyor, alkol ve sigara gibi kötü alışkanlıklarından vazgeçemiyor, bedenine hoyrat davranıyor, farkında olarak kötü yaşıyor ve fiziksel varlığına iyi bakmıyorsa çizin üzerini gitsin, zira gelecek için plânları olan, iyi işler başarmak ve hedeflerine gerçekten ulaşmak isteyen kişi kendi özvarlığına bilinçli bir şekilde zarar vermez, veremez. ''Gelecek'' diyerek hayâlini kurduğu o zaman boyutuna ancak ve ancak sağlıklı olursa ulaşabileceğini bilir ve buna göre yaşar. Varlığına ve onun tamlığına özen gösterir, saygı duyarak korur...




Durmadan herşeyden ve herkesten şikayet eden, olumsuz tavırları ve kavgayı bir iletişim biçimi olarak kullanan, başına gelen şeyler için arkadaşlarını, ailesini, öğretmenlerini, ülkesini, yönetim sistemlerini, sosyal düzenekleri, iş ortamındaki kişileri, kısacası hemen herkesi suçladığı halde kendisine asla toz kondurmayan, ''herşeyi en iyi ben bilirim, ben yaparım'' havalarında olan, kendisi herkese durmadan bok attığı halde eleştiriye tahammülsüz, etrafındaki herkesi güdülmesi icap eden koyun olarak gören ve bu doğrultuda davranan, küçümseyen, hor gören, tepeden bakan, sorumluluk alırken atak olduğu halde, daha sonra bunu taşımaktan kaçınıp kenara çekilen insanlar ne kadar yakınınız olurlarsa olsunlar, ne yazık ki zarar verirler. Bu tipler genellikle dinlemeyi bilmez, kendilerinin anlatacak birşeyi olduğunda (ki; ne hikmetse her zaman anlatacak birşeyleri vardır) cümle alemin susup dikkatle dinlemesini beklerler ama karşılarındaki birşey anlatmaya başladığında söz keserek, araya girerek konuyu değiştirip gene kendilerine döndürmekte usta oldukları görülür. Çoğunun bunu bilinçli olarak yapmadığını da eklemek gerektir çünkü bu gibiler dünyanın merkezinde sadece kendilerini görürler, dolayısı ile bu tavırlarında şaşacak hiçbirşey de yoktur onlara göre, elbette onlar konuşacak, başkaları da ağzı açık dinleyecektir!.. Gözü çıkasıca süperego değil mi efendim, bunun gibi daha nelere kadirdir...



Yakın çevrenizdeki insanların bedenlerini nasıl besledikleri kadar şüphesiz ruhlarını besleme biçimleri de mühimdir. Siz siz olun, yılda en az beş kitap okumayan, okumama bahanesi olarak meşgûliyetlerini öne süren, televizyon izlemeden yaşayamayan ve televizyonu kişinin kendini donatması için yeterli bir kaynak olarak gören, dinleyeceği müziğe, izleyeceği filme popülerlik katsayısına bakarak karar veren, interneti sadece bir eğlence ve vakit geçirme aracı olarak kullanan, sizin yanınızda başkalarının dedikodusunu yapan ve küçük ya da büyük, mühim değil, yalan söylediğine tanık olduğunuz (başkalarını size çekiştiren kişi sizi de başkalarına çekiştirecektir, yanınızda yalan söylemekten çekinmeyen kişi de samimiyetle yüzgöz olmayı hayli karıştırmış demektir) kendisi inançlı olsa da olmasa da, başkalarının inançlarını eleştiren ve alay eden, şahsî açmaz ve tartışmalarını sizin bulunduğunuz ortama taşımaktan çekinmeyen şahıslardan uzak durun. Bu insanların arkadaşlığı sizi zenginleştirmez, tam tersi eksiltir, etrafınızdaki bu gibi çorak ruhlar sizin verimli düşünce tarlalarınızın zararlı çekirgesidir. Genellikle sizin inanç, ilke ve felsefelerinize saygı duymazlar, bununla da kalmaz, kendi fikirlerini durmadan dayatırlar, misaller silsilesi: ''aman ne olur sanki oturup bizimle ızgara yesen, ölür müsün, bir kadeh içsen ne çıkar yani, insan biraz etrafına uyar canım, ne yani, bu kılıkta mı geleceksin sahiden, ayy ne anlıyorsunuz bilmem şu hayvanlardan, her taraf kıl-tüy, evde oturup ne yapacaksın, sıkılırsın, öfff, nasıl okuyorsunuz Allah aşkına şu kalın kalın kitapları, kapat onu da iki çift lâf edelim vb. vb...'' Dedik ya; ruh didikleyici bu ağaçkakanlar çoğu kez ne yazık ki ''arkadaş'' kılığındadır ve insan kırmamak, üzmemek, bozmamak adına ikiyüzlü bir katlanışı göze alır. Didiklenmiş ruhuyla nihayet başbaşa kalabildiğinde ise, ilk merhalesi bunlara müsaade ettiği için kendine kızmak olan bir iç muhasebe başlayacaktır. E tabii böyle bir durumda adamda pozitif enerji mi kalır?..
Kendine acımaktan hiç vazgeçmeyen ve herkesin de aynı şekilde ona acımasını bekleyen, canı tatlı olmakla şımarıklık arasındaki çizgiyi habire çiğneyen, karşısındakinin duygularını istismar eden, sürekli işindeki meşgûliyetten, evindeki huzursuzluktan, orasının burasının ağrımasından, dış görünüşünden, hiçbirşeyin istediği gibi olmamasından, herkesin adetâ kendisine karşı olmasından, can sıkıntısından, yorgunluktan, yanlış anlaşılmaktan, parasızlıktan, trafikten, havadan, sudan, kaderinden, şundan bundan şikayet eden kişilere çok sık rastlamış olmalısınız. Onları dinledikten ve beraber zaman geçirdikten sonra kendinizi yorgun, bitkin, keyfi kaçmış hissetmeniz sizi şaşırtmış mıydı peki? Oysa ortada şaşacak birşey yok, bu gibiler insanın olumlu ve yüksek frekanslı enerjisini emerler, dolayısı ile onlarla karşılaşana kadar kendini gayet iyi hisseden siz bu etkileşimden sonra düşük frekansa geçer, enerjinizi kaybedersiniz. Hâlbûki; ''joi de vivre'' yani ''yaşama sevinci'' kutsaldır ve ihtimamla korunmalıdır. Hiçbir arkadaşlık ya da hiçbir insanî ilişki biçimi bu özdeğere karşı saldırgan olmamalıdır. Oluyorsa o ilişki sürmemelidir, konu bu kadar açık, bu kadar nettir!..




Daima beklentileri olan, herşeyi kimi koşullara bağlayan, takıntılarından kurtulamadığı gibi zaten kurtulması gerektiğine de inanmayan, korkularıyla yüzleşemeyen ve onları serbest bırakamayan, ''sevgi'' ile ''yargı''yı birbirine karıştıran, özgüven, özsevgi ve özsaygı sorunu olan, madde alemine çakılıp kaldığı için manevî boşluklar içinde yuvarlanan, doğa ve onun unsurlarından adamakıllı uzaklaşmış, hiçbir konuda dengeyi tutturamış kişiler sizi de paçanızdan tutup aşağı çekerler. Sözgelimi; aşırı titiz olan kişileri düşünün, abartılı titizlik vaziyeti kişinin varlığından temizlemek istediği halde bir türlü temizleyemediği, arıtamadığı, bağışlayıp serbest bırakamadığı şeyler olduğuna işarettir. Tutumluluk ile cimrilik nasıl farklı kavramlarsa temizlikle titizlik te öyledir, burada gereklilik ve denge mühimdir. Zaten bu dengeleri tutturabilenler arasından enerji vampirleri de pek çıkmaz...


Hülâsa; size iyi gelmeyen, yoran, üzen, sıkan, bunaltan yani kendinizi kötü hissettiren insanlar en yakınınızdakiler bile olsa onlarla aranıza mesafe koymanız gerektiği çok açıktır. Bana kalırsa insanı asıl zorlayan şey, içinden ''haaaayııııır!!!'' diye haykırmakta olduğu halde bunu kendisine hissettiren kişinin yüzüne şu ya da bu sebeple söyleyememektir. Buradan hareketle, ''hayır'' demeyi öğrenmek ve herbirimizin içinde muhakkak varolan o ''aaa, yeter ama!'' noktasını kimseye çiğnetmemek gerekir. Aksi halde kendinizi yeterince dürüst hissetmediğiniz gibi, haksızlığa uğramışlığın içsel öfkesi tarafından da kemirilirsiniz ki, bu sizi hasta edebilecek kadar güçlü bir etki dahî yaratabilir. Yeri ve zamanı geldiğinde ''benden bu kadar, herkes yerinde sağolsun'' demeyi bilmek ve köhnemiş ilişkilerin tozunu bir güzel almak gerekir. Çünkü insanın ''kendisi'' de önemlidir, ''peki fedakârlık, sevgi, bağlılık, vefa, anlayış, hoşgörü falan ne olacak o zaman?'' diye soranlara ise tarafımdan ''bütün bunların karşılığı eşittir benim azalmam, tükenmem ise hiç almayayım, o kadar da değil, yok canım!'' cevabı verilir ve nokta konulup yazı bitirilir... (Ruhsal Korunma Teknikleri/Denning&Phillips-New Age Yayınları ve Kutsalca Yaşamak Üzerine/Neale Donald Walsch-Dharma Yayınları; bu iki kitaba, yazarlarına, çevirmenlerine, yayıncılarına, yazıma notaları ile eşlik eden büyük müzisyen Frèdèric François Chopin'e ve hazır olduğumda beni bütün bu bilgilerle buluşturan evrenin yüce bilincine bütün varlığımla teşekkür ediyorum, namaste...)