JellyPages.com

Pazar, Mart 16, 2008

Dedicar/ İthaf etmek...

Adı Amelia; hassas, duygusal bir genç kız olduğu elyazısından belli. Sadece bu çok eski fotoğrafın arkasına değil, zamana da imza atmış olduğunu o vakitler bilmiyor tabii. Tatlı arkadaşına, cariñosuna * ithaf ediyor bu fotoğrafı, aradan onlarca sene geçtikten sonra, 2008 Mart'ının güneşli bir Pazar öğle sonrasında Madrid'in bitpazarı El Rastro'da aylak aylak dolaşan bir gezgin kadının onu ansızın farkedip bulunduğu tozlu kutunun başına çömeleceğinden habersiz. Özenle buklelenmiş saçları, zarif elbisesi ve olanca gençliğiyle hafif yandan bakıyor önündeki hayata Coruña'lı Amelia, dudaklarında belli-belirsiz, incecik ve kırılgan bir gülümseme ile... Öylesine...

Amelia'nın bu fotoğrafının bulunduğu kutuda başka sepya fotoğraflar da var; birbiri ile alâkasız, farklı zamanlarda ve farklı yerlerde çekilmiş, ama genellikle 1930'lu tarihler taşıyan fotoğraflar bunlar. Kutunun başında eşelenirken özellikle üzerine ya da arkasına elyazısı ile notlar düşülmüş olanlarını seçip ayırıyorum. Kenarda köşede kalmış bir eskici dükkânının önüne açılmış sergide, kimsenin dikkatini çekmeyen tozlu fotoğraf kutusuna bu denli ilgi gösterişim dükkân sahibini hayli şaşırtıyor. Sorduğunda başımı kaldırıp ''ben bir masalcıyım'' diyorum, ''çok uzaklardan geldim, burada kendime yeni masallar arıyorum''... ''Fàbula *? Hmmmm...'' diyor yaşlı adam, kafasında bu durumda fotoğrafların bedelini birkaç kademe yükselteceğini belirtir bir bulut dolaşıyor. Ama yere diz çöküp hüzün ve saadet arasında gidip gelen duygularla fotoğrafları ayıran gezgin ve de masalcı kadına baktığında kendi düşüncelerini ''boşveeeer'' gibi bir el hareketi ile dağıtıyor, ''seç istediğini'' diyor, ''kaç tane alırsan bir tane de benden sana hediye''... Gülümsüyorum, sepya fotoğraflardaki farklı sûretler de gülümsüyor benimle birlikte. ''Güzel Amelia'' diye fısıldıyor içimdeki masalcı, ''hikâyen nerede başladı, nerede bitti bunu bilemem ama seni daha fazla bu tozlu kutuda bekletemem, o tatlı arkadaşın, belki sevgilin seni terketmiş olabilir, lâkin kaderlerimiz kesişti bir kere, artık ben seni terkedemem''... Zarif elbisesinin kıvrımları usulca dalgalanıyor, küpeleri sallanıyor sanki, sanırım bunu sadece ben farkediyorum. Bedelini ödeyip kendi masalıma kattığım fotoğraflarla dükkândan ayrılırken gözlerimi kamaştıran Madrid güneşini Amelia'ya ithaf ediyorum... Gökten düşen üç elmadan birini yere değmeden yakalıyorum...

(Amelia'nın bileğindeki saat hangi yitik zamanı gösteriyor, seçebilen var mı? Benim gözler happı yuttu da, artık yakını hiç göremiyorum!.. Ayrıca fotoğraf arkası notun çevirisinde bana çok uzaklardan yardım eden sevgili Hakan Gürsel'e de içtenlikle teşekkür ediyorum...)

* Cariño: Sevgi, aşk...

* Fàbula: Masal...

Posted by Picasa

Salı, Mart 11, 2008

Salida de Emergencia/ Acil Çıkış Kapısı...

Dün buz gibi olan hava bugün bahara döndü, Madrid'in havasını da kendime benzettim ya, doğrusu bravo bana! Bir gün önce atkılara, eldivenlere bürünmüş olan millet bugün soyundu, dökündü. Parklar, bahçeler yeniden doldu. Dolan birşey daha vardı ki; o da benim buradaki süremdi. Havaalanından otele gelişim dışında başka hiçbir taşıma aracına binmedim, ayaklarımı seveyim:)Gitmeden önce çıktığım son yürüyüşte Puerta de Toledo'nun bir de akşamüstü fotoğrafını çekeyim dedim, aha da az önce çektim...

Almudena Katedrali içindeki şapellerden birinde çıkıverdi karşıma. Dini bütün katolikler için böyle büyük dinî merkezlerde aile mezarlığı sahibi olmak başka bir anlam taşır. Benzerleri Roma'da da vardır. Ailelerin isimleri yazılı demir parmaklıklar ardında bir sunak, aile fertlerinin arada gelip ölmüşlerine dua etmeleri için kırmızı kadife kaplı sıralar, çiçekleri sık sık değiştirilen vazolar ve üstüste dizili mermer mezarların bulunduğu ''capella/şapel'' denilen bu bölümlere her zaman girilmez. Parmaklıklar genellikle kilitli olur, dışarıdan bakarsınız. Ben dün oflaya puflaya bulunduğu tepeciğe tırmanıp katedrale girdiğimde ortalıkta benden başka kimse yoktu, öyle ki lâmbalar bile sönüktü. Meğer burası da restorasyon geçirmekteymiş, başımı yukarı kaldırıp muhteşem kubbeye baktığımda kurulu iskeleleri görünce farkına vardım. Yani koca katedral içinde bir ben, bir de tepede çalışan işçiler. Eh, bana ne, ben gezmeme bakarım. Onlarca şapel vardı katedralin içinde, ayrıca yürüdüğüm zemin de baştan sona üzeri yazılı, mermer plâkaların altında sonsuz uykularını uyuyanların mezarlarıydı. Mecburen bunlara basılıyor tabii, çünkü bütün zemin mezarlık gibi. Karanlık ve soğuk katedralin koridorlarında ayak seslerim yankılanıyordu. Neden sonra farkettim ki, bir aile mezarlığının parmaklığı hafif aralık, itip girdim ama içerisi çok karanlık. Duvar boyunca sıralı mezarlar üzerindeki isimleri bile tam seçemiyorum. Neredeyse bütün sülale buraya defnedilmiş, bazıları üstüste gömülmüş olmalı ki, aynı mezar kapağında birden fazla isim ve farklı vefat tarihleri var. Yakılıp külleri mermer odacıklara konmuş olanlar ayrı, bu aile herhalde Madrid'in köklü ailelerinden olmalı. Derken...

Kütedenek çarptım birşeye, elimle yokladığımda cam olduğunu farkettim. İş fotoğraf makinemin flaşına düştü mecburen, flaş çakınca bir de baktım ki meğer hiç istemeden cam muhafaza içinde yatan Hz.İsa'yı rahatsız etmişim! Kendisine çektirilen acılara soylu bir inançla tahammül eden ve gerildiği çarmıhta ölen büyük peygamberi dua ile selâmladım. (Bu tasvirin bir eşi İstanbul St.Antoine Kilisesi'nde görülebilir, bunu şimdi hatırladım) Daha sonra uzun müddettir kimsenin uğramadığı belli olan dua sıralarına oturdum, kubbede çınlayan rüzgârın ıslığını ve çoktan ölüp gitmiş olanların derin sessizliğini dinledim. Uzun uzun, içtenlikle dua ettim...

İspanyolların bu hayvanlarla derdi nedir, hiç bilemedim. Hem sembol olarak kullanır ve değer verirler, hem de arenalarda güreşip sonunda öldürürler! ''Toro'' dendi mi İspanya'da akan sular durur, hani denebilir ki bu memleket biraz da boğalardan sorulur. Burada da bir caddeye vermiş işte adını, bu yaman çelişki hep şaşırtmıştır benim gibi İspanyolları pek seven bir kadını?!!..

Santa Maria Real de La Almudena'nın en yüksek kubbesi üzerindeki rûzgâr gülüne takıldı gözüm, işaret ettiği tarafa dönüp baktım, aaa, o da ne, yönü Ankara'yı gösteriyordu? Ne yani, şimdi ne var-ne yok toplayıp geri dönmek mi gerekiyordu? E hani bu muzip rûzgâr dün bu taraftan esmiyordu? Bulunduğum yerden zıplayıp üflesem acaba yönü değişir miydi, hani denesem diyordum, Madrid bana ''hadi bakalım, evli evine, köylü köyüne'' demekten acaba vazgeçer miydi? Denedim de nitekim; ama rûzgârın sert nefesi benim üfürüğümle alay eder gibi yüzümü yalayıp geçti, Madrid bana ''kal'' demedi yani, sanıyorum ''ait olduğun yere dönmelisin'' demeyi seçti. Yaaa, işte böyle sevgili dostlar, ne de olsa sayılı gün, su gibi akıp geçti. Ama güzeldi, çok güzeldi. Yabancı bir memleketin başkentinde yaşadığım bu birkaç günlük yalnızlık bana gerçekten çok iyi geldi. Şimdi artık ''acil çıkış kapısı''nı kullanarak memlekete dönme vakti. Recordami Madrid, belki gene gelirim, sakın unutma beni...
Posted by Picasa

Pazartesi, Mart 10, 2008

El Hallazgo/ Buluş...

Kendimi suyun kaldırma kuvvetini bulduğunda elinde hamam tası, belinde peştemal ile (bu bizim ifademiz tabii, bana göre anadan üryan fırlamıştır adam o sevinçle) sokağa fırlayan ve ''evreka, evreka!/ buldum, buldum!'' diye haykıran ünlü bilgin Arşimet gibi hissetmemden daha tabii ne olabilir ki? Buz gibi bir Madrid öğle üzerinde, öylesine ruhumu gezdirirken çıkıverdi karşıma, gözlerime inanamadım! Derhal ''Viva la Vida'' isimli bu organik market ve vejetaryen büfeye daldım, dükkândakileri içimden yükselen coşkulu bir aşkla selâmladım...

Burası hem tamamen organik şekilde üretilmiş vejetaryen ve vegan gıdaların satıldığı bir market, hem de çok şirin bir restoran. Mekânın tasarımı ve döşenmesinde de çevreyle dost malzemeler kullanılmış, ayrıca bütün atıklar türlerine göre titizlikle ayrıştırılıyor. Duvarların boyası bile organikmiş, genellikle verniksiz, düz ahşap malzeme ve hasır kullanılmış. İki ayrı bölüm var restoran kısmında, sıcak ve soğuk yiyecekler self servis usûlü ile müşteriye sunuluyor. Birkaç çeşit hafif tatlı da yemeğe nokta koymak üzere en son bölümde bekliyor. Bu dükkânda hiçbir yemeğe beyaz un, beyaz şeker ve rafine edilmiş tuz konmuyor...

Genellikle taze sebzeler ve tahıllar kullanılarak hazırlanmış yemekler, salatalar çeşitli soslarla tatlandırılarak yeniyor. Vejetaryen ve veganların temel gıdası olan soya fasulyesi filizinden tofusuna, sosundan sütüne kadar hemen her yemeğin baş misafiri oluyor. Nohut, mercimek, bulgur, kuskus, bol kepekli makarna ve esmer pirinç de eksik değil elbette, isteyen istediğinden istediği kadar yiyor...

Hepsinden tatmak istesem de midemin belli bir kapasitesi var, bu yüzden seçmece usûlü ile tabağımı dolduruyorum. Bir başka önemli husus da şu ki; burada porselen ya da seramik servis tabağı, madenî çatal, kaşık, bıçak, cam bardak vb. kullanılmıyor çünkü bunları defalarca yıkamak için su+deterjan+elektrik enerjisi vs. gerekiyor, her türlü yağ çözücü deterjanın da mutlaka fosfat içerdiği biliniyor. Dönüştürülmüş kartondan yapılmış bölmeli servis tabakları, aynı malzemeden bardaklar, çok ince tahtadan mamûl kaşık, çatal ve bıçaklar servis bölümünde hazır bekliyor. Peçeteler de dönüştürülmüş kağıttan, hiçbirinde boya, süs-püs yok, hepsi aynı saman rengi. Hayatımda ilk kez yediğim kızartılmış yuka gövdesine bayılıyorum, patatese beş basan bir lezzeti var. Kalın dilimlenmiş mantarın özel bir sosla pişirildiği yemek ise en etsever kişiyi bile tatmin edecek tada sahip gerçekten, yemeklerde sadece organik zeytinyağı kullanıldığını söylemeye gerek var mı? Çeşitli baharatlar, karabiber değirmenleri ve doğal deniz tuzu isteğe bağlı olarak servis büfesinde yerini almış. Taze sebze ve meyve suları, birbirinden değişik sağlıklı içecekler arasından seçim yapabiliyorsunuz. Boyalı, gazlı, kolalı hiçbir içeceğe rastlamak mümkün değil burada. Ekmekleri de kendi özel üretimleriymiş, tahıllı, kepekli, cevizli vb. bir sürü ekmek çeşidi var. ''Viva la Vida''da seçip aldığınız yiyecekler tabakla beraber tartılıyor, 100 gramı 1.80 eurodan satılıyor. Sahipleri İngilizce bilen nadir İspanyollardan olduğu için aramızdaki muhabbet giderek koyulaşıyor, dükkânda feng-shui kaidelerini uyguladıklarını ve düzenli olarak yoga yaptıklarını öğreniyorum. Mekânın giriş kapısındaki tas içinde yer alan doğal kristal taş enerji akışını düzenliyormuş, renkler ve müzik de zaten buna göre seçilmiş. Satın aldığım birkaç kutu bitki çayı dönüşümlü kese kağıdının içine konup bana veriliyor. Bu dükkâna plastiğin hiçbir çeşidi giremiyor. Varlığıma sevgiyle kattığım, kâinatla uyumlu leziz yiyeceklerle karnım doymuş olarak güleryüzlü dükkân sahiplerine veda edip çıkıyorum. Soğuk Madrid havası çarpıyor yüzüme ama hiç aldırmıyorum, karşıdaki parkta köpeklerini gezdiren çok yaşlı İspanyol teyzelere sevinçle gülümseyip yüreğimin taaa içinden ''evet yâhû, bu durumda viva la vida * gerçekten!'' diyorum:)

* Viva la Vida! /Yaşasın Hayat!..


Pazar, Mart 09, 2008

El Acertijo/ Bilmece...

Madrid'deki otelimin az sayıdaki tek kişilik odalarından birinde kaldığımı, Avrupa kentlerindeki otellerin tek kişilik odalarının genellikle ortalama bir banyo büyüklüğünde olduğunu ve asla otelin ön cephesine bakmadığını, buna rağmen penceremdeki sardunyalar ve pencerenin açıldığı ufak avludaki çini havuzumla hayatımdan gayet memnun olduğumu, sabahları ilk olarak sardunyalara ''buenos dias'' dediğimi ve onları suladığımı, gene de bu pencereden içeri atlayan bir kediyi düşleyerek hüzünlendiğimi, Kalmakta olduğum ''Hotel Puerta de Toledo''nun bu fotoğrafta, arka plânda görülen otel olduğunu, üç yıldızlı ortalama bir otel olmasına rağmen son derece temiz, sessiz ve 2004 çevre ödülünün sahibi olduğunu, arada duyulan siren seslerinin kaynağını merak ettiğimde otelin tam karşısındaki itfaiye merkezini neden sonra farkettiğimi, ayrıca etrafı keşfetmek üzere çıktığım şavullama yürüyüşlerden birinde ''vay be, ne güzel bina, adamlar ne harika yerlerde oturuyor kardeşim!'' dediğim ve konut zannettiğim binanın aslında bir hastane olduğunu sonradan anladığımı, hastanelerle aramda öteden beri hastalıklı bir sevgi bağı (!) olduğunu böylece bir kez daha kavradığımı, Kaldığım ''Puerta de Toledo'' bölgesinin ''Toledo Kapısı'' anlamına geldiğini ve şehrin birkaç eski kapısından biri olup adını da aha bu eski yapıdan/kapıdan almış olduğunu, özellikle geceleri muhteşem göründüğünü, çektiğim bu fotoğrafı benim bile beğendiğimi, Dinî yapılara her zaman meraklı olduğumdan etraftaki bütün katedral, kilise ve benzeri yerleri tek tek ziyaret ettiğimi, bu geceki keşfimde bulduğum ve şu anda restorasyon geçirmekte olan '' San Francisco el Grande'' bazilikasının henüz çiçeğe durmuş badem ağaçları arasından karşıma çıkıp bu hoş ışıklandırmasıyla beni büyülediğini, üstelik bir de gökyüzünde incecik yeniay bulunduğunu, biraz sert havaya rağmen bahçesinde dikilip aval aval, dakikalarca bu görüntüyü seyrettiğimi,
Ayrıca; bugün otelime hayli yakın olan ve sadece Pazar günleri kurulan meşhur bitpazarı ''El Rastro''ya bodoslama daldığımı, antika sayılabilecek türlü ıvır-zıvırı üç otuz paraya aldığımı, Ankara'da pek bulamadığım hakiki Hint tütsülerinin bolluğu karşısında şaşırdığımı, fotoğraf çekmeyi çok istememe rağmen, bu pazarın çeşitliliği ve kalabalıklığı kadar yankesicileri ile de meşhur olduğunu bildiğimden göğüs göğüse ve santim santim ilerleme koşulları altında çantamı kollamaktan fotoğraf çekme imkânı bulamadığımı,

........................................................................

Madrid'de fecî bir şalvar salgını olduğunu, yaşlı-genç herkesin ayağına şalvarı geçirip sokağa fırladığını, düşük bel blue-jeandan çok daha fazla şalvarlı hatun olduğunu, dudağa piercing takmanın da en az bir o kadar moda olduğunu, ayrıca ben kalın montla gezerken bazı sütun bacaklı İspanyol gençkızların mini şort ve mantar topuk, açık terlikle dolaştığını,

..........................................................................................

Ben millete yol soracak durumda iken, beklediğim her durakta yerli halktan birilerinin gelip bana yol ya da otobüs sorduğunu, aslında sarsak bir yabancı gezgin olmama rağmen herhalde bir tarafımın hayli İspanyol göründüğüne böylece karar verdiğimi ve buna için için sevindiğimi, Madrid'de her yaya geçidinde sesli/ışıklı sinyalizasyon sistemi bulunduğunu, kırmızı ışığa bütün yaya ve sürücülerin kesinlikle riayet ettiğini, kimsenin ''geçerim la ben!'' köylü uyanıklığı ile yollara atlayıp kazaya sebep olmadığını,

.......................................................................................

İspanya'da neredeyse su kadar tercih edilen içeceğin bira olduğunu, AB ülkelerindeki ciddî yasaklara rağmen milletin manyak gibi sigara içtiğini, ayaküstü bira içilip ''tapas'' denen mezelerle çimlenilen mekânlarda sigara izmariti, peçete vb. şeylerin direkt yere atılmasının son derece normal bulunduğunu, içki ve sigara satışında +18 kuralı olmasına karşın bunu pek kimsenin takmadığını,

....................................................................................

Vejetaryen olmanın İspanya'da bile karın doyurmaya ciddî bir engel teşkil ettiğini, kapı kapı dolaştığım restoran/cafe vb. yerlerde ''ben vejetaryenim de, bana göre bişey var mı Allah rızası için'' dediğimde herkesin bana adeta acıyarak baktığını ve derhal sebze-meyve satılan dükkânları tarif ettiğini, sabahları otelde paso yoğurt, meyve ve biraz tahıl ezmesi ile kahvaltı edip siyah zeytin, beyaz peynir ve yumurtayı şimdiden özlediğimi,

..............................................................................................

Blogger sayfasının dilini otomatikman bulunulan ülkenin diline çevirdiğini, dolayısı ile bu yazıyı İspanyolca düzeneğe göre sayfama eklediğimi, otelde kablosuz internet hizmetinin ücretsiz oluşuna fena halde sevindiğimi ve burada bile internet üzerinden Meteorolojinin Sesi Radyosu'nu dinleyerek bizim çocuklara gene rahat vermediğimi, bu durumda ''alışmış kudurmuştan beterdir!'' sözünü doğruladığımı ve bu yüzden kendime kızdığımı,

............................................................................................

Madrid sokaklarında sahipleri tarafından dolaştırılan yüzlerce köpeğe hayranlıkla baktığımı, Madrid Barajas Havaalanı'nda bile milletin rahatlıkla köpekleri ile dolaşabildiğini, ortalıkta Allah için bir tek çöp kedisi ve dahî başıboş hayvan göremediğimi, zaten Madrid şehrinin resmî/tarihî sembolünün de üzeri meyve dolu bir ağacı sallayan tombul ayıcık olduğunu, memleketimde halen hayvanlara yapılan akıl almaz eziyetleri düşündükçe yüreğimin burada daha beter sızladığını, hayvan hakları adına protesto edilecek yegâne şeyin boğa güreşleri olduğu ve hayvanı ile dolaşmanın değil, neredeyse hayvansız dolaşmanın tuhaf kaçtığı bir ülkede nefes almanın bu mücadele içinde yıllarını ve sağlığını harcamış biri olarak bünyeme sanki ağır geldiğini, bu sebeple ''gitmek'' ve ''kalmak'' kavramları üzerinde şu sıralar daha derin düşünmekte olduğumu,

BİLİYOR MUYDUNUZ?..

Ülkemizin başkentinin sembolü bu olsaydı eğer, kopacak dangalakça cayırtıları, çıkartılacak rezillikleri, küfür-kıyameti hayâl edebiliyor musunuz? İşte adam olmak böyle birşey; tabiata, tarihe, geleneğe ve yaradılışın tümüne saygıyı koruyabilmek yani, bin yıllık Eti güneş kursunu kaldırıp, yerine saçma-sapan, ne idüğü belirsiz bir sembol koymakla olmuyor bu iş bayanlar-baylar, daha kaç fırın dolusu ekmek yemek lâzım, bırakalım artık onu da başkaları düşünsün! Bak sinirim oynadı gene durup dururken, bu kadar yeter, yatıyorum ben!..


Saludo de Madrid/ Madrid'den selâm...

Sabahın köründe yola düştüm; gereksizce uzun bir yol Ankara-Madrid arası, ikibinbilmemkaç kilometreyi uçarak katettiğim halde sıkıldım! Neyse, işte sonunda vardım, buradayım. Metro istasyonlarında onyüzmilyon kere kaybolmayı becerdikten sonra anladım ki; hiç durmadan İspanyolca çalışmalıyım! Flamencosunu sevdiğimin memleketinde kimse İngilizce falan takmıyor çünkü, bu ne ki, daha çooook çalışmam lâzım!..
Şu anda İspanya televizyonunda Eurovision 2008 seçmeleri yapılıyor, yarışmayı bunca sene kendisini buzlukta saklamış gibi görünen Rafaella Carra sunuyor. Kadın hâlâ filinta gibi kardeşim, insan sinir oluyor! Şarkılarda iş yok, vaziyet bizimkinden de beter görünüyor! Sadece yirmilik çıtır bir delikanlının grubuyla söylediği ''Uno Ole'' isimli şarkı sanki biraz umut vadediyor. Madrid'de hava mevsim normallerinde, ne pişiliyor, ne üşünüyor. Durum vaziyeti bundan ibaret şimdilik, memlekete bir saat geriden bolca selâm yollanıyor. Haaa, bir de; dünyanın neresinde olunursa olunsun farketmiyor, önce kedi çocuklar özleniyor...
Posted by Picasa

Perşembe, Mart 06, 2008

Volver/ Dönmek...


Dönmek, mümkün mü artık dönmek,

Onca yollardan sonra yeniden yollara düşmek

Neresi sıla bize, neresi gurbet

Al bizi koynuna ipek yolları

Üstümüzden geçiyor gökkuşağı

Sevdalı bulutlar uçan halılar

Uzak değil dünyanın kapıları

Neresi sıla bize, neresi gurbet

Yollar bize memleket

Gitmek, mümkün mü artık gitmek,

Onca yollardan sonra yeniden yollara düşmek

Neresi sıla bize, neresi gurbet

Yollar bize memleket...

Diye devam edip gider ya Yeni Türkü'nün eski şarkısı, hani Murathan Mungan'ın kaleminden damlamıştır, içinde bütün gidenlerin ve bütün dönenlerin özet hikâyesi saklıdır. Hani bu açıdan bakınca içindeki uslanmaz yolcuya söz geçiremeyen de, sılayla gurbeti karıştırıp bütün gitmelerinden dönmüş olan da kendince haklıdır. İşte benimki de o hesaptır; bilirsiniz, insana bazen en yakın mesafe dahî nasıl uzaktır. Zamanda bir saat geriye, mesafe olarak ise yüzlerce kilometre öteye gitmek ne kadar gitmekse aslında bir o kadar da kalmaktır. Gittiğim yere mi dönüyorum, yoksa döndüğüm yere mi gidiyorum bilinmez, belki de benimkisi bir süre kendi içine saklanmaktır. Alıp başını gitmek vakti gelince dönmeye katlanmaktır... Haliyle bu ne bir veda, ne de merhabadır. O kadardır işte, sadece o kadardır...


(Bir süreliğine buralarda olmayacağım, diyelim ki İspanya'nın başkenti Madrid'le saklambaç oynayacağım, ebesi-sobesi belli olmaz şimdiden, eğer dönersem elbette anlatacağım...)

Pazar, Mart 02, 2008

Excelente/ Âlâ...


Daha evvel onu yazdığımda mevsim sonbahardı, ''nefesi sonbahara yakışıyor'' demiştim. Nitekim; mevsim sonbahardan kışa döndüğünde de durup durup nefesini dinlemiştim. O da durdu durdu, kış bahara dönerken ''Âlâ''sını çıkarıverdi işte ortaya, doğrusu pek sevindim:)



İşini hakkıyla yapanları her zaman severim; insanları sınıflayıp sınırlandırmadığım gibi, müziklerin de emek verilip uğraşılanlarını sever, evvelâ yargılamadan bir dinlerim. Klarnetle alâkalı önyargılara da bu yüzden mesafeli durmayı seçerim ama topunu dinleyeceğim diye bir kural da koymam kendime, dedim ya, ''seçerim''. Değişmeyi, dönüşmeyi kendine yakıştırabilen vardır, üzerinde partal bir giysi gibi taşıyan da, Serkan Çağrı yakıştıranlardan oldu, e bu durumda kendisini elbette fena halde takdir ederim. Ortalıkta dolaşan abuk sabuk kakofoni bolluğu arasından kendi tarzını oluşturarak sıyrılan adamları da bittabii parayı basıp hakkını vererek, albümünü almak sureti ile dinlerim. Sadece kendim dinlemekle kalmam üstelik, yayınlarımda yer verip herkese de dinletirim. Özetle; taklitlerini boşverin, kıyın biraz paraya da işin ''Âlâ''sını görün derim. Tebrikler sevgili Serkan Çağrı; gelecekte daha da âlâsını beklerim...