JellyPages.com

Çarşamba, Haziran 28, 2006

Conversaciõn/ Söyleşi...

- Eskisinden çok daha fazla çalışmak mecburiyetinde kalıyorum, gerçekleri görmemekte ısrarlı olanlara gerçekleri anlatmam lâzım, bu nedenle sık sık seyahat ediyorum. Emekli olduğumda rahat edeceğimi sandım ama hiç te öyle olmadı...

- ''Megali İdea'' eskisinden çok daha güçlü olarak yaşamaktadır, kimse kendini kandırmasın!..

- Bekir Coşkun'u severek okuyorum. Basın önüne köpeğimle çıkmaktan hiç çekinmedim, niye çekinecekmişim ki? Hayvan sevgisi insan sevgisi ile denktir, birini sevmeyen diğerini zaten sevemez!..

- Kıbrıs'ta tek bir millet yok, iki ayrı halk ve hükümet var. Bu niçin anlaşılmıyor hâlâ? Şaşıyorum...

- Türkiye Kıbrıs'tan çıkarsa Kıbrıs'ta Kıbrıs Türkü azınlık olur ve Kıbrıs Yunan adası haline gelir. O zaman da Türk ordusu bayrağını sancağını dürerek, şehitlerin kemiklerini torbaya koyup Anadolu'ya başı eğik döner!..

- Kıbrıs'ı vermekle Türkiye AB yolunda hiçbir şey kazanmayacaktır...

- Kıbrıs Rumu Yunanistan ile birleşmiş, AB'ni de arkasına alarak Kıbrıs Türkünü kolonize etmek istemektedir. Buna cevap kesinlikle ''HAYIR'' olmalıdır!..

-Tekne ile Türkiye'den gizlice ayrılıp neden Kıbrıs'a gittim? Kaza eseri Rum tarafına çıktığımda neler oldu? Beni niçin tanımadılar? Kimliğimi açıklamak zorunda kaldığımda neler düşündüm? Rumlar beni geri vermeselerdi Kıbrıs'ı bilemem ama bana neler olacağını gayet iyi biliyordum. Rum komutan çeşmeden su içerken elime niçin vurdu ve su içmemi engellemek istedi? Silahımı çekip önce arkadaşlarımı, sonra da kendimi vurabilirdim, neden yapmadım?..

- Benim acılarımı yaşamaya fırsatım olmadı ki, küçük oğlumun cenazesine bile yetişemedim...

-Hâlâ çok okuyor ve fotoğraf çekiyorum. Yorulmadım. İnsanoğlunun çiğ süt emmiş olduğunu ilk nerede ve nasıl öğrendim? Tekir kedime ne oldu?..





Bu heyecanlı röportajın tamamını dinlemek için...

Pazartesi, Haziran 26, 2006

Aguel lugar/ Orası...

Otomobilimiz bahçe içinde, eski tip, tek katlı şirin bir evin önünde durdu. ''Ne güzel ev'' dedim, ''niye geldik buraya biz?'' Meğer burası çocukluğumdan beri belleğimde duran o meşhur banyo fotoğrafının çekildiği yermiş, yani ''Barbarlık Müzesi''. Odalarında Kuzey Kıbrıs'ta yaşanan olaylara ait sarsıcı fotoğraflar sergileniyor. Eve girdiğinizde burada yaşananları bilmeseniz sakin, huzurlu bir aile evini ziyaret etmekte olduğunuzu sanabilirsiniz. 1963'ün Aralık ayında yaşanan olayın duvarlardaki izleri bozuyor bu genel sükûneti, ev sessiz, sakin. Herhalde o gece kapı tekmelendiğinde de öyleydi, çocuklar uyumaya hazırlanıyordu. Babaları görevdeydi, evde anneleri, komşuları birkaç hanım ve ev sahipleri vardı. Hayatın ritmi onlar için ansızın ve geri dönüşsüz bir şekilde değişti, çünkü orada, o gece öldüler. Ağır yaralı kurtulanlar vardı; mahalleden komşular Işıl Cankan, annesi Ayşe Cankan (2 İrfan Bey Sokak'ta, yani katliam evinin bulunduğu yerde bir bakkal dükkânı işletiyorlarmış hâlâ, görüşme fırsatım olmadı), Növber İbrahimoğlu ve Hasan Yusuf Gudum. Sonuncu kişi uzun süre yaşadı, tuvalette kurşunlanan eşi Ferdiye Gudum'un ve diğer hane halkının öldürülüş hikâyesini bu evi ziyaret edenlere anlattı, o geceyi yaşayan ev sahibi Hasan Yusuf Gudum amca da hayatta değil artık, üç sene evvel vefat etmiş, eceli ile ölmüş. Yedi odalı bu evin bir odasında ikamet etmesine izin verilmiş daha sonra, 1966 senesinde ''Barbarlık Müzesi'' olarak ziyarete açılan evde yani aslında kendi evinde ölümüne dek yaşamış ve gelenlere bizzat rehberlik etmiş Gudum, ben yetişemedim kendisine:(

Fotoğraflarda siyah çerçeve içine alınmış yerler o geceden kalma kurşun delikleri, küvetin ön kısmındaki siyah çerçeveli bölümde ise kırk küsûr yıldan bugüne kalabilmiş kan izleri seçiliyor. Tavanda camla kaplı bir kısım var, öldürülenlerden birinin parçalanan beyninden geriye kalanlarmış çünkü bu banyoya olaydan sonra girenler tavandan kan pıhtıları ve et parçaları sarktığını anlatıyor tarihî belgelerde. Küvet, ortadaki sabunluk ve eski model termosifon aynen muhafaza ediliyor, katliam fotoğrafına dikkatle bakarsanız göreceksiniz. Bu banyonun hemen yanında yer alan küçük tuvalet kısmındaki sifon kurşunlarla parçalanmış, parçaları orada duruyor. Tuvalete saklanan ev sahibinin eşi Ferdiye Gudum burada taranarak öldürülmüş. Hemen yan taraftaki holün sonunda o günden kalan kanlı bornozlar, terlik ve şahsî eşya sergilenmekte. Ferdiye hanımın (bazı kaynaklarda adı Feride olarak geçiyor) ölürken ağzından fırlayan kırık takma dişler ve bir parça siyah saçlı, kanla yapışık kafa derisini görebiliyor ziyaretçiler, muhtemelen o da duvara yapışık bulunmuş...

İngiliz Daily Express gazetesinden Rene McColl ve Daniel McGeachie ile birlikte Ömer Sami Coşar ve belki birkaç kişi daha cesetler henüz oradayken fotoğraf çekmişlerdi. Çok zor koşullarda Kıbrıs dışına çıkarılan bu fotoğrafların ulusal ve uluslararası basında manşette yer alması elbette gecikmedi. Ailesinin yok olduğu kendisine bir türlü söylenemeyen Dr.Binbaşı Nihat İlhan da sonunda kötü haberi aldı, evine girmesine izin verilmedi. Ailesinin cenazelerini uçakla Türkiye'ye götüren İlhan onları son kez, toprağa verilmeden önce gördü. Eşi Mürrüvet hanımın yüzünde kırık bir gülümseme olduğunu, çocuklarının ve eşinin yaralarından olayın üzerinden beş gün geçmiş olmasına rağmen hâlâ kan sızdığını ve buna kıyamayan Dr.İlhan'ın kurşun deliklerini pamukla tıkayıp ailesini eliyle yıkadıktan sonra alınlarından öpüp toprağa verdiğini kendisi ile daha sonra yapılan bir röportajdan öğreniyoruz. Dr.İlhan ailesinin cenazeleri ile oradan ayrıldıktan sonra bir daha ne Kıbrıs'a, ne de Kumsal Mahallesi'ndeki o eve adım atmadı. Ankara'daki evinin bahçesine diktiği dört fidana eşinin ve çocuklarının adını vererek her sabah onlara ''günaydın'' deyip sulamadan günü başlatmadı...

Bana gelince; o banyonun kapısı önünde uzun süre dikilip kaldım. Güç almak için dayandığım duvarda, elimi koyduğum yerin hemen altında bir kurşu deliği bana bakmaktaydı. ''Nedenini sen de bilmiyorsun, değil mi?'' dedim ona, ''nereden bileceksin ki?'' Sustu kurşun deliği, utandı, konuşmadı. Yeşil boyalı duvarlara çarpıp yankılandı karşılıklı suskunluğumuz. Gözlerimi kapadım sıkı sıkı, yeniden açtım sonra, aynıydı banyo, sakin, suskun, dilsiz. Hiç büyümeyecek o çocuklar ve üzerine düşüp kaldıkları anneleri, küvetin kenarından sızan kanlar, kurşun sesleri, barut dumanı, kırık camlar, dökük sıvalar, hiçbiri yoktu artık. Bir Ağustos böceği şarkı söylüyordu evin bahçesinde, açık camlardan içeri doluyordu inatçı, kesintisiz şarkısı. Cehennem sıcağı bir öğle sonrasını yaşıyordu Lefkoşa. O fotoğrafın çekildiği banyoda ben de fotoğraflarımı çektim ve işte, paylaşıyorum buradan. İntikam adına, öç adına hatırlanmasın sadece lûtfen, savaşın anlamsızlığı ve acımasızlığı üzerinde düşünülsün, ders alınsın. Kimbilir, belki birgün?.. Kumsal'daki evden çıktım, güneş gözümü kamaştırdı. Havada limon çiçeği kokusu vardı belli belirsiz, Ağustos böceği şarkısını sürdürmekteydi. O eve hüzünle veda ettim, ''orası''nı ise hiç unutmayacağım kesin...

Bañera/ Küvet...

''Kanlı Noel'' olarak tarihe geçen seneyi ve Kıbrıs'ta, Kumsal Mahallesi'ndeki evde yaşananları çoğunuz biliyor olmalısınız. Ayrıntıları bilmeyenler belki vardır ama en azından bu fotoğraf kalmıştır belleklerde diye düşünüyorum. İşte ben o banyoya girdim, o küvetin yanına kadar gittim. Boştu küvet, hafif sararmış fayanslarıyla banyonun kapısında donup kalan bana bakıyordu, hiçbirşey konuşmadık, öylece bakıştık karşılıklı. Sonra ben geri geri yürüyerek çıktım o banyodan, belki de aslında çıkamadım, orada kaldım. O ev yani bugünün ''Barbarlık Müzesi'' ve o banyonun bugünkü fotoğrafları çok yakında, ''Tırmık İzi''nde... Posted by Picasa

Perşembe, Haziran 22, 2006

''Ateşten Geçen Adam'' ve...

Kişisel tarihime özel harflerle kaydedilen, benim için çok önemli, çok anlamlı ve çok keyifli bir röportaj yapma fırsatım oldu Lefkoşa'da. Sevgi, hüzün, acı, mutluluk, onur, kırgınlık, merhamet, cesaret, yalnızlık gibi birçok insanî duygu ile nakışlanan, tarih içinde karanlık zamanlardan aydınlığa, aydınlıktan yeniden karanlığa uçan, kimi zaman kilitlenen, kimi zaman ise su misali akan olağanüstü bir söyleşi. Evlât acısından hayvan sevgisine, esir düşmekten müzakere masasını terketmeye kadar geçmişindeki hemen herşeyi ''Kıbrıs davası'' ile yoğurup anlattığı görkemli ve sarsıcı hayat hikâyesi; O'nunla birlikte ''ateşten geçilen günler''e yolculuk, büyük yalanları, diplomatik ayak oyunlarını, kocaman iftiraları, korkunç zûlümleri ve haksızlıkları bu defa O'nun omuzu üzerinden görmek, bir de O'nun tarafından bakmak ''Kıbrıs'a...
Muhteşemdi, fotoğraflar ve röportaj kaydı pek yakında bu sayfada; bekleyin, başka hiçbir yerde bulamayacağınız bu çok özel röportajı paylaşın...

Cuma, Haziran 02, 2006

Universi Dominici Gregis/ Tanrının Bütün Kulları...

Evet; başlık bu kez Lâtince, arada değişiklik iyidir, değil mi ya? Sağlık sorunlarım sebebi ile bir süre yazamadım ama bu düşünmediğim anlamına gelmiyor kuşkusuz. Uzun süren tetkikler beni epey yordu, asıl sorunumun aşırı yorulmaktan kaynaklanıyor olduğu da ortaya çıktı. Demek ki; ben durduğumu sandığım zamanlarda da duramamışım pek, fren sistemini gözden geçirmek gerekiyor sanırım!..

"İnsan vücudu" üzerinde çok daha öncelerden düşünmeye başlamış bir üstadın çizimlerini aldım sayfaya çünkü bu tetkikler sırasında ben de kendi vücuduma anatomik açıdan bakma fırsatı buldum. Her zamanki gibi kafam karıştı tabii, tıpkı Da Vinci gibi...

Kişi herhangi bir rahatsızlıkla karşılaşmadan önce vücudunun içinde neler olup bittiğini pek düşünmez, bu olağanüstü sistemin nasıl işlemekte olduğu üzerine kafa yormaz. Bedeninin farkına varabilmesi için bir rahatsızlık duyması gerekir, hariç zamanlarda o kendisinden bağımsız birşey değilken hasta olduğunda sanki bedeni farklı bir kavrama dönüşür, oradan oraya hoyratça taşıdığı vücudunun artık başka bir anlamı vardır kişi için. Buna odaklanır, merak eder içinde neyin yolunda gitmediğini ve kendi bedeni içinde tuhaf bir yolculuğa çıkar...
Doppler çekimi sırasında kendi damarlarımı ve kan akış sistemimi gördüm. Damarlarımla daha önce bu anlamda bir karşılaşmamız olmamıştı, açıkçası onları pek te aklıma getirdiğimi söyleyemem. Hani varlıklarını bilirdim de, hiç tanışmamıştık. Neyse; insana ilginç geliyor kendi içine bakmak. "Vay be" diyorsun, "demek ben bunları hep sürüklemişim kendimle birlikte, atarı ayrı, topları ayrı kıvıl kıvıl bir ağ varmış meğer içimde!" Oradan oraya belli bir denge ve sıra ile akan kanıma baktım ekranda, altına müzik döşenebilecek bir görüntü doğrusu, sonra otur izle, "pes valla" de, o cinsten bir durum yani. İletken jelin yapış yapışlığı biraz rahatsızlık verse de, serüven gayet heyecanlı idi, hiç sıkılmadım. Hergün çok sıradan bir tavırla sifonu çekip unuttuğum idrarımı kıymetli bir sıvı olarak elimde taşımak, akciğer grafisi sonuçlarıma "anaaaa!" nidası ile bakmak, damarlarımdan çekilen bir tüp kanı sedimantasyon tetkiki için cebime koyup götürmek falan, hem tuhaf, hem de oldukça eğlenceliydi. Sonuç mu? Efendim; fazla yorulmak, oradan oraya zıplamak yok, oturup ayağını uzatacaksın. Fazla ayakta kalmayacak, uzun süre hareketsiz de oturmayacaksın. Damarlarınla iyi geçineceksin, onlara saygı duyacaksın. Kafanı toplayacak, ona buna sıkılmayacaksın. Bir çember çizip ortasına kendini oturtacaksın, biraz bencil olacaksın. Hadi yaaa, nasıl yapılır ki bu, hiç bilmem? Anlaşılan artık öğrenme zamanı gelmiş, el mecbur öğreneceğiz. "Tanrının Bütün Kulları" arasında varolmanın dayanılmaz ağırlığını biraz hafifleteceğiz. Biz dengeyi tutturamamışız, bölünmüşüz, parçalanmışız bir miktar! Da Vinci usta da asıl şifreyi insan vücudunda aramıştı bence, işte o kadar...