JellyPages.com

Pazar, Ağustos 27, 2006

Testigo/ Tanık...

''Ben egom değilim; egom yalıtılmış ve yalnızdır. Ben kişiliğim değilim; kişiliğim ilişkilerin bir birleşimidir. Ben değişmez gözlemciyim...''
Derindeki Yara/Deepak Chopra

Gözlüyorum şu sıra; herşeye tanıklık ediyorum. Gece sessizliğinde küvete damlayan suya, uykusunda iç geçiren kedinin soluğuna, giderek kararan gümüş kolyeye, yatağın köşesine çarpıp kırılan ayak tırnağıma, doluyken boşalıveren ve hiç sonu gelmeyecekmiş gibi görünen turuncu-beyaz ilaç kutularına, ahşap basamakların gıcırtısına, duvarda öylece duran tombul sivrisineğe, birden çıkıp perdeleri havalandıran esintiye, içimdeki basıp gitme isteğine... Telefonlar çalıyor durmadan, artık kim aramış diye de bakmıyorum. Hastayım; bu durumun kendine özgü yasaları var. Sıradışılığı gözlüyorum, zamana tanıklık ediyorum. Ve kepenklerin yeniden gümm diye ineceği o zamanı bekliyorum. Narkoz. Karanlık. Zamandan ve zeminden kopuş. Sonrası? Yazara bırakalım, o senaryosunu nasıl biçimleyeceğini bilir. Ben şimdiki zamandayım, tanıklık ediyorum, gözlüyorum. Ve ''mış''lı geçmiş zamanları özlüyorum...
Posted by Picasa

Cumartesi, Ağustos 05, 2006

Ayudante/ Yardımcı...


Yattığım yer neredeyse pencereye bitişik, gün doğumundan akşam alacasına, karanlık geceden şafak sökümüne kadar zamanın tüm renk ve boyutlarını gözleyebiliyorum buradan. Tahliller için servis servis dolaşmadığım zamanlarda ya da diğer koğuşlarda değilsem yatağımdayım. Düşünmek için çok zaman var. Düşünüyorum; düşünürken bazen pencereden giren ışıkla oynuyorum. Akşama doğrulardan birinde kolumu pencereye uzatmışken Michelangelo geldi aklıma,
''Capella Sistina''nın tavanına nakşettiği o muhteşem resmin detayı, ''Hands/Eller'' bölümü. Burada Tanrı'nın benim başparmağıma dokunan parmağı gözle görülemiyor ama orada aslında, bu tür uhrevî meseleler dijitallikten hoşlanmıyor bana kalırsa. Ben uzattığım ele doğru uzanan ve parmak ucuma dokunan o gücü hissediyorum, Vatikan'da, Sistin Şapeli'nde de hissetmiştim. Yanımda kimse yoksa bile O mutlaka var, bunu biliyorum...

İyileşeceğim ve gideceğim. Hastaneden ve Ankara'dan değil yalnızca, meftûnu olduğum kraliçe kentten ve bu ülkeden de gideceğim. İstanbul ile aşkımız sona erdi artık, onu asıl sahiplerine bırakacağım, daha fazla kurtarmaya uğraşamam, beni aşıyor. O devrik kraliçeyi duvar diplerine işeyen, nara atan, sokaklara tüküren, hafta sonları deniz kıyısına sülalece koşup denize sırtını dönerek duman dumana et pişiren, çocuğunu manolyaların dibine çömdürüp çiş-kaka yaptırtan, geride karpuz kabuğu, naylon poşet, pet şişe ve bütün diğer sefil kalıntılarını bırakıp bir sonraki hafta sonuna kadar çekip giden, pencereden, balkondan halı silkeleyen, kendi ürettiği pislik ve rezalete hiç bakmadan kediyi, köpeği, kuşu ve diğer cümle mahlûkatı hayatında istememeyi şehirlilik sanan, askere adam gönderirken ya da düğünlerinde ancak 25 YTL.lik Eminönü altgeçidi işi kuru-sıkısıyla havaya manyak gibi ateş ederek sevincini ifade edebilen, solaryumda kararmayı ve manken insanları ile aynı ton sarıya kafa boyatmayı sosyetiklik sayan, moda olan ne halt varsa alıp, parası yetişmezse ucuz taklidine fit olup sahteliği paçalarından aka aka ortalıkta salınan, tektipleşmeyi, kitabını, filmini buna göre seçmeyi ''trendy''lik zanneden, sûreti ile kafası arasında millerce mesafe olan, jipi, fiyakalı cep telefonu, markalı gömleği-pantalonu, ''cadde'' gürûhunda raconu olan ve fakat kafasının içi tın tın, maneviyatını ne zaman kaybettiğini dahi hatırlamayan, vicdanını nerede düşürdüğünü bilemeyen, merhameti de boku püsürü gibi kanalizasyondan akıp gitmiş, insanlığını da bol soğanlı,isotlu kebap gibi çiğneyip dişlerinin arasından tırnağı ile çıkartmış, genel tuvalette sifon çekmeyen, el yıkamayan, diş fırçalamayı haftada bir yapılması gereken bir şey olarak gören, trafik, yaya, sürücü, kentli, köylü, hasta, doktor, esnaf, sanatçı, sporcu, politikacı, eğitici ve bırakalım bunları evvelâ ''insan'' olma adabından habersiz ''sürü''ye bırakmaktan söz ediyorum yani. Onlar otursun İstanbul'da, havasını onlar solusun, suyunu onlar içsin! İyileşeceğim ve gideceğim, sınırların dışına çıkacağım, hiç aramayacağım, özlemeyeceğim. Nereye gitsem karşıma çıkan bu sarsak, aptal, kimliksiz, niteliksiz insan modeli ve onun yarattığı sistem artık hasta ediyor varlığımı, ''kanser ettiniz ulan beni'' diye bağırsam ne değişir, istesem de kalamam zaten. Şu hep söylenen ''geçmişi sevgiyle bağışla ve serbest bırak'' hikâyesi bu memleket için geçerli değil kardeşim, o huzurun ve iyiliğin hâlâ varolduğu yerler için söylenmiş. Şimdi iyileşmeyi bekliyorum; elimi ışığa doğru uzatıp Tanrı'nın yardımcılığını diliyorum, parmağımın ucuna dokunan o güçle düzelecek herşey, biliyorum. Ne ilaçlar, ne doktorlar, ne de başka hiçbir şey bu kadar ''yardımcı'' olamaz bana içinde bulunduğum şu hâl içinde, fotoğrafta görünmüyor belki ama ben O'na dokunuyorum. Ruhuna rahmet olsun be Michelangelo usta; asla aklına getiremeyeceğin bir yerde, bir hastane odasında iyileşmeyi bekleyen bir hastanın parmak ucundasın işte, ben asıl buna derim evrensellik diye, parçadan bütüne, bütünden kimbilir nereye?..


(*) Yukarıdaki fotoğrafı unutmayın, herşeyi yoluna koyup gitme vakti geldiğinde parmağımın ucunda gidilecek coğrafyanın resmini göreceksiniz. Sevgili ''gecea'' gene göstermiş hünerini, yaptığı kolaja bayıldım:) Eski reklâmlardan birinin sloganı gibi: ''Sağolasın gecea...'' Posted by Picasa

Perşembe, Ağustos 03, 2006

Galera/ Hastane koğuşu...


Zaman farklı akıyor burada, dışarıdaki kadar hızlı değil, tuhaf bir ritmi var. Gün sabah 06.00'da başlıyor Ankara Numune Hastanesi 2.Cerrahi'de, ''Handan Demiralp, saat 10.00'da ultrasonun var, aç kalacaksın, su içebilirsin'' diyor koğuş görevlisi. Öğle yemeği normal saatte, akşam 17.00'de de akşam yemeği servisi başlıyor. Biraz pilav, salata, yoğurt, çünkü diyet sebze de kıymalıymış bugün, yerine yoğurt veriliyor bana o yüzden. Vejetaryenlik kurallarıma mönü uydurmanın başka yolu yok. Kol damarlarım bitik vaziyette, elden giriliyor artık. Yatağımın yanındaki pencereden Ankara görünüyor, ışıklı, huzurlu. ''Uykunda konuştun bir ara'' diyor koğuş arkadaşım Nilgün, ''öyle mi'' diyorum, ''konuşmuşumdur, işim bu ya benim''. Gülümsüyoruz karşılıklı, susuyoruz sonra. Hastane koğuşunda zaman damlıyor adeta, akmıyor. Geceler uzun mu uzun, altı kalın naylonlu hastane yatağı sıcağı üçe katlıyor, ter basıyor sık sık. Kolonyalı mendil ritüeli var, tekrarlanıyor habire. Yan koğuşta yatan kanserli adamın ''Ankara Misket Havası'' melodili cep telefonu sürekli çalıyor, oynak dijital melodiye adamın hıçkırıkları karışıyor. Herkesin her halükârda sustuğu bir yer var gene de, uyku acıları örtüyor. Gece vizitine kadar uyumalı biraz, ateşim normal, tansiyon fena değil, durum idare eder. İçimde habire dönüp duran aynı ilâhî anons: ''Bu da geçer Yâ Hû, bu da geçer...'' Posted by Picasa