JellyPages.com

Pazartesi, Haziran 23, 2014

İşte böyle...


Mardin bu kadar değil tabii... Daha anlatacak çok şeyi var ama yeniden gitmek gerek, öyle kısa bir güne sığdırma haksızlığı yapamam bu sihirli şehire. Sevgili Misket Dikmen'in Kasımiye Medresesi avlusundaki havuz başında çektiğim fotoğrafının orijinali buydu, ışık kırılmaları ve gökkuşağı renkleri bize Mardin'in özel armağanıydı. Bu fotoğraf ''Chi/Yaşam Enerjiniz'' dergisinde yer almıyor. ''Yola çıktım Mardin'e...'' demek isteyenler için; Fly Air Mardin'e İstanbul'dan direkt uçuyor. THY ile Diyarbakır'a uçup, oradan 1,5 saatlik bir kara yolculuğuyla Mardin'e gidilebiliyor. GAP turları içinde de yer alıyor sanıyorum Mardin. ''Gidip gören herkesin kendi Mardin'i vardır anlatacak...'' demiştim, işte benim Mardin'im...

Fotoğraflarla daldığım sisli geçmişten Gabriel Akyüz’ün sakin sesi çıkardı beni, ‘’ önemli olan inanmaktır’’ dedi, ‘’bunun biçimi, ifadesi hiç önemli değil’’ ve ardından ekledi: ‘’ Eğer inançlar yani dinler barışmazsa insanlar hiçbir zaman barışmayacaktır…’’ Avludaki ağaçlardan güvercinler havalandı, kanatlarına takılan erguvan rengi akşam Mor Behnam Kilisesi’nin nakışlı taşlarına dokunup ruhanînin aynı renkteki ipek gömleğinin kıvrımlarında dağıldı. İçimizi kuşatan huzurla teşekkür ve veda ederek ayrıldık bu kutsal mekândan, saygıdeğer ruhanî hiç değişmeyen sükûneti ve belli-belirsiz ama hep varolan ince gülümsemesi ile uğurladı bizi. Mardin kurulduğu tepeden geniş ovaya birer birer yanan ışıklarıyla göz kırparken, ‘’ evrensel barış ve dinler kardeşliği’’ adına, taşın fısıldadığı bu kadim duaya ‘’amin’’ demek düştü bize. Kimbilir, belki birgün…

Sözün burasında bir delikanlı elindeki tepsiyle odaya girdi, şerbet dolu bardakları sırayla ikram etti. Bu tatlı serinliği yudumlarken karşılamaya hazırlandığımız Ramazan ayı geldi aklıma ve benzer bedenî ibadetlerin Süryanî topluluğunda da olup olmadığını sordum. ‘’Elbette var’’ dedi ruhanî Gabriel, ‘’ bizde perhiz ve perhizli oruçlar vardır. Perhizlerde sadece yalnızca sebze yeriz, zeytinyağı kullanırız, hayvanî hiçbir şey yemeyiz. Süt, peynir, yoğurt ve yumurta dahi yenmez bu dönemde. Hz. Meryem’in intikal bayramında 5 gün, Hz. İsa’nın elçileri anısına 3 gün, ayrıca her Çarşamba ve Cuma günü perhiz vardır. 3 gün boyunca hiçbir şey yemeden ve içmeden uyguladığımız Nihova orucumuz var, ayrıca Mart ve Nisan aylarında 50 gün boyunca perhizli oruç tutarız. Yani; hayvanî hiçbir şey yememekle birlikte gece yarısından ertesi gün öğlene kadar da bir şey yemeyiz ve içmeyiz. Müslümanlıktaki oruç ibadetinin amacıyla aynıdır bizimki de, bedeni ruha karşı zayıf tutarak ruhu güçlendirmek içindir. Çünkü beden geçici, ruh ise ebedîdir…’’

‘’Peki ya ölüm’’ dedim, kısa bir suskunluktan sonra ‘’biz ölümü intikal olarak görürüz’’ diyerek cevap verdi. ‘’ Azizlerimizi andığımız günler de doğum değil, ebedî hayata geçiş anlamına gelen ölüm günleridir. Ölüm son değil ki, tekrar dirileceğiz, yargılanacağız ve yaşarken yaptıklarımızdan ötürü cezalandırılacak ya da mükâfatlandırılacağız…’’ Aramızda inanç biçimi olarak farklar olsa da, sonuçta inandıklarımızın aynı şeyler olduğunu gayet açık ifade eden bu sözlerinden sonra arkasına yaslandı, ‘’ ölmüşlerimizin ardından 3., 15., 40. günlerinde ve birinci senelerinde yemek sofralarında bir araya geliriz, kabirleri başında özel yapılmış bir ekmek dağıtırız, hatıralarına saygı ile dualar ederiz ama her zaman ölümün son değil, aslında başlangıç olduğuna inanırız. Ölüm ruhun özgürlüğe kavuşmasıdır, beden hapishanesinden kurtularak sonsuzluğa kanat açmasıdır…’’ Sözünü tamamladığı sırada duvardaki çok eski saat çalmaya başladı, saatime baktım, duvardaki saatle benim saatim birbirini tutmuyordu. Dedim ya, bu şehrin sınırları içine girdiğiniz andan itibaren başka bir zaman boyutuna geçiyordunuz, ışığın suda kırılması gibi Mardin’de de zaman kırılıyor, sizi bulunduğunuz andan alıp başka boyutlara uçuruyordu. Geniş pencerelerden akşamla giderek kızıllaşan medeniyetler toprağı Mezopotamya ovası görünüyordu, lacivert gökyüzünde yıldızlar çakmaya başlamıştı. Yerimden kalktım, duvarda yan yana asılı duran eski fotoğraflara baktım. Çoğunda sandalyeler üzerinde oturan, siyah cübbeli ruhanîler görülüyordu, birinde ise yüz kısımları bulanık gri bir gölgeye dönüşmüş, zamanın acımasız silgisi bu fotoğraftaki çoktan ebedîyete intikal etmiş olan din adamlarının simalarınının üzerinden geçip gitmişti. Çok etkilendiğim bu fotoğraf ne yazık ki camlı bir çerçeve içindeydi, fotoğraf makinem yansıma yapmadan çekemezdi, sadece video ile kaydedebildim. Mardin’in geçmiş günlerinden zamanımıza kalan birçok fotoğraf vardı duvarlarda, hemen hepsi tek kopya idi, belki de böyle olması gerekiyordu. Her şeyin bu denli kolay kopyalanıp çoğaltıldığı taklitlerle dolu modern zamanımız içinde bu fotoğrafların asılı oldukları duvarda kalabilecekleri kadar kalmaları belki de daha iyiydi, kimbilir?...

Sağ ve sol tarafında antika ahşap sedirler bulunan, duvarlarında çok eski sepya fotoğraflar asılı tertipli odaya girdik, masasına oturdu ve etkileyici sesiyle başladı anlatmaya:
‘’1959 doğumluyum, Midyat-Alagöz köyündenim. Köklerimiz oralı. Ben de ilkokul sonrası Midyat Mor Gabriel Manastırı’na girdim, orta ve lise tahsilimi orada yaptım. Daha sonra Nusaybin’in bir köyüne gittim, kilise medresesinde eğitimci olarak… Din eğitimi vermek, koro kurup ilahiler öğretmek için. 1985 yılında Mardin Süryanî Kadim Cemaati’nin isteği üzerine burada, yani Mor Behnam Kilisesi’nde papaz olarak takdis edildim. Süryanî kilise sistemi içinde ruhanîler ikiye ayrılır; papazlar ve rahipler olarak. Şöyle ki; bekâr olanlar papaz olamaz, rahip olanlar da bekâr olmak zorundadır. Rahip olmak için üç ana şart vardır, bekârlık, fakirlik ve mütevazılık. Ben 19 yaşımda evlendim, eşim ise 18 yaşındaydı…’’
Daha evvel telefonda konuştuğum Yuhan Gabriel Akyüz’ün oğluydu, başka çocuğu var mıydı acaba? Hafifçe gülümseyerek başını öne eğdi, üzerimizde yaratacağı şaşkınlığı göze alarak ‘’13 çocuğum var’’ dedi, ‘’en büyüğü 27 yaşında, geriye doğru gidiyor işte yaşları…’’ Gerçekten çok şaşırdık, kırlaşmış saçları ve sakalının yüzüne verdiği olgun ifade dışında saygıdeğer ruhanînin o yaşta çocuğu olabileceğine inanmak güçtü doğrusu. Şaşkınlığı çabuk atlatıp sözü gene Sn. Akyüz’e bıraktık.
‘’ 6. yüzyılın ortalarında inşa edilen bu kilise 12., 17. ve 18. yüzyıllarda üç kez tadilât gördü. 13. yüzyıldan itibaren 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar Süryanîlerin din merkezi oldu. Hâttâ Mardin bu anlamda ikinci Kudüs ilân edilmiş olan kutsal bir şehirdir. Hristiyanlığı toplum olarak kabûl eden ilk topluluktur Süryanîler. Halen konuşmakta olduğumuz Süryanîce Hz. İsa ve Hz. Meryem zamanından bu yana kullanılmaktadır. Dilimizi yaşatmaya çok önem veriyoruz bu nedenle. Süryanî din sistemi demokratik yapısı ile dikkat çeker, ilk ayin programı Süryanîce yapılmış, ayinler içinde ilk kez müzik kullanılmıştır. Kadın haklarının verilmesi, yani kadınların ayinlere katılabilmesi, dinsel kimlik kazanması gene Süryanî kilisesi içinde olmuştur. Ülkemiz sınırları içinde artık yok ama, bazı manastırlarda Süryanî rahibeler vardır hâlâ. Bizler kiliseyi suiistimal etmeden, dinle devlet işlerini birbirinden ayırarak yaşamayı hedef alan bir topluluğuz, İncil yolumuzu aydınlatan bir ışıktır. Zaten kiliseyi yahût dini suiistimal etmek, başka maksatlarla kullanmaya kalkışmak çok tehlikelidir, diyebilirim ki neticeleri atom bombasından bile tehlikeli olur…’’

6. yüzyılın ortalarında Süryanîler tarafından inşa edilen ve asıl adı ‘’Mor Behnam’’ olan ‘’Kırklar Kilisesi’’ne giden yolu işaret eden levha daracık, basamaklı bir sokağa saptırdı bizi. Yokuş yukarı çıkarken taş duvarların ardından süzülen ilahi seslerine bakarak bulduk yolu, küçük bir kapıdan geçerek avluya girdik, şimdi artık zamanın başka bir yerinde, ‘’Kırklar Kilisesi’’ndeydik…
Pers-Sasani İmparatorluğu sınırları içinde yer alan Asur vilayetinin emiri Senharib’in, çocukları Behnam ve Saro’yu Hristiyanlığı benimseyip kabûl etmeleri üzerine öldürmesi bu kilisenin inşasına vesile olmuş. ‘’Mor Behnam’’ olarak bilinen adı, 12. yüzyılda ek bir isim alarak ‘’Kırklar Kilisesi’’ diye de anılmaya başlanmış. 3. yüzyılın ortalarında Kapadokya’da, Hristiyanlığı kabûl eden kırk kişi Roma imparatoru Dokiyos tarafından Sivas’a sürülüp orada bir buz göletine atılarak öldürülmüş, inançları uğruna ölen bu kırk şehidin kutsal hatırasını yaşatmak için halk kiliseye ‘’Kırklar Kilisesi’’ adını da eklemiş. Mardin ve çevresinde, özellikle manastır ve kilise isimlerinin başında yer alan ‘’mor’’ kelimesi bildiğimiz renk nitelemesi değil (Mor Mihael, Mor Behnam vb.), Süryanî dilinde ‘’sayın, aziz, kutsal’’ anlamını karşılıyor.
Yapılışından bu yana hep ‘’metropolitlik’’ merkezi olmuş bu kilise. Ayrıca ‘’patriklik’’ merkezinin 639 yıl süre ile Deyrülzaferan Manastırı oluşu, halk ilişkilerinin de ‘’Kırklar Kilisesi’’nden yürütülmesi burayı dinî açıdan daha önemli kılıyor. Bir başka önemli yanı da sadece ibadet yeri olarak değil, 1799-1928 yılları arasında ‘’rüştiye okulu’’ olarak hizmet vermesi, anılan süre zarfında dinî ilimler yanında başka ilmî eğitimler de vermiş olması. Hâlâ ibadete ve ziyarete açık, biz kapıdan girdiğimizde de Cumartesi ayini bitmek üzereydi…
Belki de şimdiye kadar çektiğim fotoğraflar içinde en güzeliydi, asıl rengi bu değil, üzerinde oynadım. Bu fotoğraf sevgili Misket dışında kimsede yok zaten. Mardin Kasımiye Medresesi avlusundaki havuzun başında çekildi. Orada ışık mı suda kırılıyordu, zaman mı ışıkta, belli değildi, halen bilen yok bunu, değil mi Misko?... Posted by Picasa

Mãgico Mardin/ Sihirli Mardin...

''Taşın Fısıldadığı Kadim Dua: Mardin...'' başlıklı yazım Chi/Yaşam Enerjiniz dergisinden sonra çok yakında ''Tırmık İzi''nde de yer alacak. Yanımdaki ''Kırklar Kilisesi'' adı ile bilinen ''Mor Behnam Kilisesi'' ruhanîsi sevgili Gabriel Akyüz. Çalışma odasının duvarında yer alan, en yenisi yetmiş yıllık resimlere bakıyoruz birlikte. Çoğu sararmış, rutubetten bozulmuş, solmuş. Kopyaları yok, ben yüzsüzlük edip istedim ama sevgili Akyüz bunların çok çok eski ve tek kopya fotoğraflar olduğunu söyledi. Ben de kendisi ile çektirdiğimiz bu fotoğraf üzerinde biraz oynayarak duvardaki resimler gibi sararttım, silikleştirdim. Orijinali röportajın içinde, sayfada yer alacak. Sn.Akyüz ile TRT FM/Buyrun Radyo programı için telefonla canlı bağlantı da yaptık, epey yorduk o gün kendisini yani:) Posted by Picasa

Saludo Mardin/ Selâm Mardin...

Sevgili Mehmet Arif Savur haber verdi; www.e-mardin.com sayfasına beni de yazar olarak eklemişler. ''Tırmık İzi''ne link vererek yazılarımı sayfalarına almışlar. Daha Mardin'i ziyaret etmeden önce, araştırma yapmak için bulduğum en kapsamlı siteydi bu, diğer iki yazar da önceden tanıdığım sevgili dostlar olunca bu tesadüf daha da lezzetlendi:) ''Chi'' dergisi Kasım sayısında yayınlanan yazı vesilesiyle ben de bir anlamda ''fahrî hemşehri''si oldum Mardin'in ve sevgili Mardin'lilerin, bu sayfaya emek veren herkese ve sevgili Savur'a bir kez daha teşekkür etmek isterim. Ve daima; ''saludo Mardin''... Posted by Picasa

TAŞIN FISILDADIĞI KADİM DUA: MARDİN…
''Chi/Yaşam Enerjiniz'' dergisinin Kasım sayısında yayınlanmıştır.

‘’Kasımiye Medresesi’’nin üst katında, sol taraftaki büyük kubbenin yanında durup ovaya baktım. Akşam güneşi altında sonbaharın bütün renklerini dalgalandıran, ufuk çizgisine doğru koyulaşıp laciverte dönen, uçsuz bucaksız bir sihir deniziydi önümde uzanan… Burada zamanı dondurup öylece kalmak istiyor insan ama Mezopotamya ovasının büyüsünden kurtulup biraz daha yukarıda bizi bekleyen Mardin’e gitmemiz gerekiyordu, ‘’Kırklar Kilisesi’’nde, ‘’inancın taşa nakışlandığı’’ yerde tarihle randevumuz vardı. Eğilip medresenin avlusundaki havuza baktım bir kez daha; taş kubbelerin kenarından süzülen güneş ışığının su ile buluştuğu noktada sadece ışık değil, adeta zaman da kırılmıştı, gözlerimi kapadım, gökkuşağı renkleriyle yıkanan ruhumu Mardin’e teslim ettim…

Pazar, Eylül 29, 2013

Boda/ Düğün...

Bu gecenin ''vuslat'' gecesi olduğunu hatırlatan Cân oldu gene... ''Şeb-i Arûs'' için dünyanın dört bir tarafından kanatlanıp gelen canlar o ışığın etrafında 732. kere pervane olmaktalar ihtimâl. Gitmenin anlamına varmak biz kalanlar için hâlâ zor olsa da; bir avucumuzu göğe, bir avucumuzu yere çevirip ruhumuzun eteklerini havalandırarak semâ dönmemize ne manî var? Aslında öyle yapmıyor mu tersine firarda olan düş perisi Shalamar? ''Yaşadığı güzellikte ölmek'' kelâmına takıldı bencileyin garip can; bu kelâm üzre dönülse gerek bütün semâlar... İstanbul yağmurla yıkıyor yüzünü, Konya'daki o yeşil kubbenin altında yatanadır bu geceye uçurulan cümle dualar, cümle selâmlar ve dahi cümle damlalar...
Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız! Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir" 
(Şeb-i Arûs: Düğün Gecesi)

Consecuencia/ Sonuç...

Ve nihayet; on gündür burnumun üzerinde taşıdığım alçıdan kurtuldum. Bugün sabah, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Kulak Burun Boğaz Ana Bilim Dalı'nda değerli doktorlarım Doç.Dr.Sn. İsmet Aslan ve Doç.Dr.Sn.Yahya Güldiken ile görüştük. Sn.Aslan alçıyı çıkarırken Sn.Güldiken de yanımızda bulundu. Her iki doktorum da neticeyi başarılı buldular. Henüz oldukça şiş olan burun dokularının toparlanabilmesi için yumuşak bandaj uygulandı, haftaya Salı o da çıkarılacak ve bu işi hayırlısıyla tamamlamış olacağız inşallah...
Berbat durumda gördüğünüz yüzüm giderek normale dönüyor, moraran kısımlarda hafif bir sarılık göze çarpmakta, göz içinde biriken kan da hızla dağılıyor. Antibiyotik uygulaması tamamlandı, ağrı kesici ve antihistaminik almaya devam edeceğim, bir de burun içindeki dikiş gerginliği ve kurumaları engellemek için sprey kullanılıyor, o kadar. Koku alma duyusunda epeyce gelişme var, nefeste de öyle ama henüz erken, her geçen gün daha iyi olacak, zaten burnun tam olarak toparlanıp şekil alması bir yıla dağılacak uzun bir süreç. Nefes işi düzelsin de, şekil o kadar mühim değil artık...


Hastane çıkışında bu güzel hanımla karşılaşıp selâmlaştık:) Biraz çekingen davrandı ama olsun, gene de fotoğrafını çekebildim işte. Bahçede epey kedi olduğunu gördüm bu arada, herhalde yiyecek bulduklarından oradaydılar. Daha sonra; Girit'li büyük teyzelerden İsmet Teyze'mize giderken Fındıkzade tarafında da bir populasyon gördüm, kaşarlı sandviçimden parçaları paylaştılar. Şu sıralar kedi ahalisi çoğalma ve nesillerini devam ettirme derdinde, malûm:) Dişiler kovalanmaktan yorgun ve ihtimâl çoğu gebe, erkekler de hemcinsleri ile kavga dövüş etmekten hırpalanmış vaziyette, suratları Çarşamba pazarı gibi! Özellikle bu dönemde kedileri sevmeyen kişilerin şikayetleri çoğalır; erkek kediler dişi peşinde koşarken hem tuhaf bir nida ile bağırır, hem de üreme dönemine özel, ağır kokulu bir sıvı püskürterek kendi bölgelerini işaretler. Bu sıvı idrar değildir, özel bir bileşimi vardır ve kötü kokar biraz. Ama bu kedi türünün varoluşundan bu yana böyledir, yaradılış özellikleri bunu gerektirir. Kasten yapılmış bir hareketmiş gibi algılayan bazı insanlar bundan fazlaca yakınır, özellikle geceleri artan bağırış çağırıştan da ziyadesi ile rahatsız olurlar. Ne ki; çaresi yoktur, böyle gelmiştir, böyle de gidecektir. Bu kuralları koyan kedilerin kendileri değil, yaradılış sistemidir, zannederim bir türlü anlaşılamayan da budur!...


Sevgili İsmet Teyze'mizin biz kendimizi bildik bileli oturmakta olduğu Fındıkzade'deki ''Şirin Apartmanı'' İstanbul'un çok katlı olmayan, klasik apartmanlarından biridir. Girişinde her iki duvarda da zamanında kimbilir kimin yapmış olduğu yağlıboya duvar resimleri vardır ve bu naif manzara resimlerini her zaman çok sevmişimdir:) Zemin şimdikiler gibi seramik ya da fayans değil, eski tip desenli taş zemindir. Ahşap trabzanlı merdivenlerden çıkarken burnunuza mis gibi arap sabunu kokusu gelir. Teyzenin söylediğine göre; zaten fazla kişinin ikamet etmediği bu eski apartmanın kapıcısı her gün arap sabunu ile silermiş merdivenleri, ne güzel...
Kısacık bir kahve sohbeti yaptık bu hoş Girit'li hanımla, İstanbul'un eski günlerini anlattı gene. Elceğizi ile yaptığı börekleri oturup yiyecek zamanım olmadığı için küçük bir paket yapıp yanıma kattı, hayatı boyunca hep pişirdi, kotardı, yedirdi sağolsun. Bir başına yaşadığı küçücük evi her zamanki gibi tertemiz, eski ama güzel eşyalarla döşeli salonu derli toplu, perdeleri sakız gibiydi:) Pantalonunu da giyer, saçını da boyar, namazını, ibadetini de yapar İsmet Teyze'miz, hâlâ hoş bir hanımdır, kendini salmamış, zamana teslim olmamıştır romatizmalarına rağmen. Kala kala dört kızkardeş kaldılar zaten; Vasfiye Teyze en evvel gitti, anneannem daha sonra, en son da Rıdvan Dayı. Allah gidenlere rahmet, kalanlara afiyet bağışlasın, ne denir başka?...


İstanbul kış güneşi altında bir Cuma öğle sonrası yaşarken; ben de erken başlatıp biraz da yorulduğum bu günden bir ikindi uykusu ödünç alayım diyorum. Ne de olsa halen ameliyatlı ve on gün de raporluyum. Herşey hızla değişir ve devinirken; zamanı iyileşmek adına lehime kullanmam gerek, bunu yapmak için de dinlenmeye zaman ayırmalıyım. Herkese gönlünce hafta sonları, güneşiniz her zaman içinizde, sağlığınız yanıbaşınızda olsun...

En casa/ Evde...


Raporlu olmak evde olmak demek... ''Üç gün ağır yatak hapsi'' sona erdi, şimdi kontrollü olarak kalkıp dolaşılabiliyor, hâttâ bu akşam banyo da yapıldı. Evde olmak; evin içinde olan bitene yakından bakmak, daha önce yetişilmesi gereken yerler ve işler olduğundan aceleyle koştururken atlananların farkına varmak demek.


Avluda, pancurların alt kısmında bir ''misafirhane'' var, sitenin homeless kedileri geceleri orada yatıyor kimi zaman. Sevgili Mine'nin çiçeklerimizi getirirken içine yerleştirdiği mukavva kasaları atmadık, eski minderlerle küçük yataklar yaptık, özellikle soğuk gecelerde bizim misafirhane epey rağbet görüyor. Site kedilerinden ilk kısırlaştırdığımız Üftade kız ve diğerleri; Kavun, Hıdır, Öqüz Bekir, ikiz tekirler falan pek seviyorlar bu mukavva yatakları. Bugün Ramazan'ı ararken bir de baktım ki merak edip gitmiş kurulmuş yataklardan birine, Üftade de diğer yatakta:) Şip-şak, hemen çektim tabii... Sonra bir de gece manzarası, bazen aynı yatakta iki ya da üç kişi de sığışıp yatabiliyor, daha sıcak oluyor tabii böylesi. Hiç yoktan iyidir, ne yapalım, değil mi?...

Nevada/ Kar yağışı...

Geceyarısından sonra başlayan kar bu kez hayatı çok fazla etkilemeden, usulca yağdı. Abartmadı, ağaçların dallarını kırmadı, yolları kapamadı. Kapının önünü, merdivenleri küremek gerekmedi. Gördüğüm kadarıyla dışarıda işi, alışverişi olanlar rahatça çıktı, arabasını kullandı. Bizim sitenin kapısının önünden geçen Üsküdar-Güzeltepe otobüsü (15 B) seferlerine devam etti. Hâttâ; kalorifer peteklerinin havasını almak üzere çağırdığım ustalar zamanında geldi, çöpler toplandı, postalar dağıtıldı. Bizim sitede asayiş berkemâldi özetle...
Damların, çatıların kiracısıdır kar; önce oralara yerleşir. Kontratının ne kadar süreceği önceden pek bilinmez ama muhtemelen ilk güneş çıkışında toparlanmaya başlayacak, fazla uzatmadan boşaltacaktır kiracısı olduğu mekânları. Tabii İstanbul için böyle bu; Erzurum, Kars, Van, Ağrı gibi doğu illerinde ve orta Anadolu'da kontrat süresi hayli uzundur doğrusu, kar gelip damlara yerleşince en erken baharda toplanmaya başlayacağını, eşyasını Mayıs'ın başından evvel kamyona yükleyip gitmeyeceğini bilir herkes. Bu nedenle oralarda kar yağdı diye okullar hemen tatil edilmez, insanlar şehir içindeki yollarda mahsur kalmaz, trafik aksamaz (çünkü zaten pek yoktur), herkes işine gücüne devam eder. İki lokma kar yağdı diye hayatın allak bullak olduğu şehir İstanbul'dur! Taksi, otobüs bulamazsınız, her zaman yarım saatte katettiğiniz yolu saatler süren işkence ile bitiremezsiniz, randevunuza, işinize yetişemezsiniz. Yollar siyah kurumlu çamura bulanır, üstünüz başınız batar. Afet Koordinasyon Merkezi denen bir yer vardır, orası alarma geçer. Su, elektrik kesilir, hayat donup kalır. Sokak hayvanları, kuşlar, martılar için hayat adamakıllı zorlaşır. Sokak insanları için ölüm tehlikesi başgösterir. Sebze, meyve fiyatları fırlar, her zaman onbeş dakikada evinize gelen içme suyu galonu saatlerce gelemez, dükkânlarda kolayca bulabildiğiniz sıradan şeyleri bulamayabilirsiniz. Havaalanları bloke olur, uçaklar ya kalkamaz, ya saatlerce rötar beklersiniz falan! Oysa kar altında kış geçirmeye alışkın yerlerde neredeyse hiçbir şey aksamaz, çocuklar okullarına gitmeye devam eder, esnaf malını satar, ulaşımda kapanan köy yolları haricinde ciddî sorun yaşanmaz. Bu her tarafı kemirilmiş zavallı ve görkemli kent artık bir parça karı dahi kaldıramaz, pes eder hemen... Oysa birçok şeyi kendine yakıştırabildiği gibi, karı da yakıştırabilir, seve seve kiralar tarihî yapılarının çatılarını, damlarını bu beyaz kiracıya. Tarihinden bugüne kalabilmiş bazı resimlerde görüldüğü gibi karla kolkola girip, harika manzaralar yaratabilir. Ama? Zaman artık o zaman değildir, şimdiki zamanda karı görünce sırf çocuklar ve İstanbul sevinir. Bir başına kalabilse karla dostluk edebilecek İstanbul şehrinin sevinci kursağında kalır, çok geçmeden içine koca bir taş yerleştirilmiş, ahlâksız bir kartopunu yer suratının orta yerine, susar... İçgeçirmesini ihtimâl yalnızca çocuklar ve güvercinler duyar. Bu şehirde kar herkese başka yağar...

Cumartesi, Eylül 28, 2013

Yugo/ Boyunduruk...


Ankara'dan boynumda bir ''boyunduruk''la döndüm, evet. Bizim operasyon geçiren evcillerimizi şimdi çok daha iyi anlıyorum, dikişlerini yalayıp sökmesinler diye boyunlarına takılan huni görünümlü ''elizabeth yakalığı''ndan istisnasız hepsi nefret eder, çok haklılarmış! Doktorumun talimatı üzerine bir saat içinde hazırlandı bu boyunluk ve hemen takıldı tabii. Bir süre kullanılacak, kaçarı yok. Belimdeki disk problemi ise tek bir noktadayken sayısı ikiye çıkmış ancak ameliyat gerekmiyor şimdilik. İlaçlar, dikkatli davranmak ve fizik tedavi desteği ile yoluna sokulacak sanıyorum. Boynumdakine alışmak zaman alacak gibi, arada kısa sürelerle çıkarıp tekrar takıyorum. Doktorumun söylediği gibi onunla yatmayı da denedim ama asla uyuyamadım, bu nedenle uyurken çıkarıyorum. Yolculukta da zaman zaman çıkararak durumu idare ettim.
Sağlığım konusunda gayet özenli destekleri ve tedavi önerileri için Ankara GATA- Türk Silahlı Kuvvetleri Rehabilitasyon ve Bakım Merkezi Baştabibi Prof. Hava Tabip Kıdemli Albay Sn. Haydar Möhür ve ekibine çok teşekkür ederim, çok önemli bir iş yapıyorlar gerçekten ve en önemlisi işlerini mükemmel yapıyorlar, tebrikler...

Bañarse/ Yıkanmak...

Ameliyatımdan sonra ilk kez yıkandım... Tuhaf geliyor insana sağlıklıyken özgürce, dilediğiniz zaman yapabileceğiniz birşeyi gene sağlık nedeniyle yapamamak. Bu durum benim için sadece ameliyat sonrası yapılan ilk banyo olmaktan ibaret değildi; adeta yaşadığım, bana yaşatılan ve içinde ''kötülük'' olan, ''haksızlık'' olan, ''şiddet'' olan herşeyden yıkanıp arınmak anlamına da geliyordu. Bu ''kirli'' dünyaya ''temiz'' bir yeniden başlangıçla tutunmak, herşeye rağmen ''temiz'' kalmaya devam ederek dünyanın yüzündeki utanç verici ''insan lekeleri''ni gücüm yettiğince silmek güzel. Bu benim varoluş nedenim, hiç vazgeçmeyeceğim. Yağmur gibi yağan ''geçmiş olsun'' mesajlarına teşekkürler, hepimize ''sıhhatler olsun''... Posted by Picasa

Ojo/ Göz...

Yeşil küller içinde ışıldayıp sönen köz
Bilinmeyen bir zamanda düşünceye verilmiş söz
Ne görmek istediğine bakar her zaman, ne de istemediğine kör,
Perdesi aralık kalmış bir penceredir şimdi göz...
(İstanbul'a yağmur yağarken Gulcy'ye selâmla...)
 Posted by Picasa

Guiõn/ Senaryo...

İstanbul bu öğleden sonra bir kısa film senaryosu yazdırdı bana, iki arada-bir derede, Üsküdar'dan Beşiktaş'a motorla geçerken... Tamyol giden motor denizin ortasında bir yerde hız kesip duraklarsa bilin ki kendisinden daha büyük bir yüzer nesneye yol veriyordur. Öyle oldu; dev bir yük gemisi durup ona yol veren küçük yolcu motorunun önünden ağır ağır geçti, maviydi rengi, ismi ''Valentia'', Beyrut yazıyordu burundaki isimliğin hemen altında. Kimseler yoktu güvertesinde, gözlerimi kapayıp bir düş kurdum. Güvertede bir denizci, geminin tam ortasına gelen kısımda durmuş, gidiş yönüne ters duruyor, gemi Karadeniz tarafına ilerlerken o ters yöne bakıyor. Keskin poyraz ısırıyor yüzünü, boğazın derin suları daha bir lacivert bu soğuk, kar habercisi havada. Beyrut'u düşünüyor, yağmurlu liman gecelerini... Birkaç kadeh rom içmek üzere kapısını araladığı ''Kırık Boynuz Barı''nın sigara dumanlı, alkol buharlı ve sıcak havasını hissediyor yüzünde güvertedeki soğuk rüzgâra inat. Sonra tutulduğu kızı; adı onda saklı olan, bir gözü diğerinden hafif küçük, kumral, çirkince ama çekici. Ağzının kıyısında parantez misali ince gamzeleriyle ıslak Beyrut geceleri içinden keskin bir ıslık gibi kayıp giden o kızı. Şimdi karşılaşsalar ihtimâl tanımazlıktan gelir denizciyi, denizcilerin sevda hikâyeleri sabıkalıdır zira, romanlar, filmler hep öyle anlatır ya. Ve neredeyse tamamında denizciler hep aynı barda rom içerler, boğazlarını yakıp geçer hep imkânsız bir sevda. Gecenin geç denen zamanlarında, sağdan soldan gelen köpek havlamaları eşliğinde çıkarlar bardan, yanlarında hiçbir zaman ''sevgilileri'' olamayan eksik kadınlarla, yıkıla yıkıla...
Elleri cebinde denizcinin, ceplerinde kimbilir ne zamanlardan kalma tütün döküntüleri, yabancısı olduğu memleketlerin madenî kuruşları belki, harcanmasına vakit kalmadan ayrılınmış oralardan ama nasılsa gene gidilecek, saklanıp unutulmuş işte, öylesine... ''Valentia'' mavi bir makas gibi keserek ilerliyor boğazın örtüsünü, geçerken İstanbul martılarının haylaz çığlıklarını bastıran bir düdük çalıyor, hiç tamamlanamayacak, yarım sevdaları selâmlıyor kendi diliyle. Gözlerimi açıyorum; gelmişiz bile, benim filmim de yarıda kalıyor böylece. Kalan kısmını herkesin kendi kafasına göre tamamlayabileceği, ya da belki kimsenin sonunu getiremeyeceği bir senaryo olarak kalkıyor düş kitaplığının raflarına. Güle güle ''Valentia''...
Posted by Picasa
(Senaryoya kendi bakışıyla yorum getiren dostlara sevgi ve teşekkür ile...)

Salir afuera/ Dışarı çıkmak...


Evet; bugün dışarı çıktım artık. Sevgili gecea'nın önerisiydi, ''IKEA'ya gidip dolaşalım, geçen gittiğimizde fazla zamanımız yoktu, zaman kaygısı olmadan rahat rahat bakınalım bakalım yeni katalogda ne var, ne yok'' deyince ''tamam'' dedim, ''gidelim''... Gecea, F.D. ve Meltem benden önce gitmişler, orada buluştuk. En fazla ilgimizi çeken bölümler bize göre oldukça dar olan 55- 40 metrekare gibi alanların rahatlıkla yaşanabilecek evler olarak tasarlandığı ''minimal yaşama önerileri'' idi, IKEA durumu daha da abartıp bu sezonda 22 metrekarelik bir alan üzerinde çalışmış. Yatak odası, mutfağı, banyosu, tuvaleti, oturma birimi, yemek bölümü olan, kısaca hiçbirşeyi eksik olmayan bu ufak evler gerçekten ilginç. Düşünüp taşındık biz sığışıp yaşayabilir miyiz acaba böyle bir alanda diye, halihazırdaki eşya kalabalığı ile elbette mümkün değil bu. Böyle bir yaşama biçimine geçmek için herşeyi sıfırlayıp yeniden başlamak gerek, ıvır-zıvıra, hantallığa, kalabalığa yer yok çünkü. CD'lerimiz, filmlerimiz, kitaplar, dergiler, dosyalar, biblolar, lâmbalar, mutfaktaki bin türlü ayrıntı, tas tabak tencere, dolaplar dolusu yorgan, havlu, çarşaf vs., gardropları Merakeş Pazarı'na çeviren kılık-kıyafet, ayakkabı, bavul, çanta derken biz hayatta giremeyiz bu tarz bir evin kapısından! Neredeyse tamamını ihtiyacı olan birilerine vererek çok az eşya ile yetinmeyi öğrenmek gerek. Aslında doğru ve pratik olan da bu, hayatımızı zorlaştırıyor sırf hoşumuza gittiği ya da çok lüzûmlu olduğunu düşünerek aldığımız ama bir-iki kullandıktan sonra dolaplara tıktığımız bütün bu eşya, ayrıntıyla boğuyoruz yaşadığımız mekânları. Bu evlerde öyle görkemli ahşap gümüşlükler, büfeler, geniş koltuk takımları, uzun masalar, koca sandalyeler, yayla gibi yataklar falan yok tabii. Kadife perdeler, ayrı kumaştan güneşlikler, dantelli yatak örtüleri, püsküllü kırlentler, sehpa örtüleri vb. dıngırtılardan da eser yok:) Mercimek kadar banyolara hem duş, hem tuvalet, hem de banyo dolabı sığdırılmış durumda, mutfaklar hakezâ... 150-200 metrekarelik evlere yayılıp yayılıp gene de sığamayan bizim milletimize göre değil bu yaşama alanları anlayacağınız. İsveç'li tasarımcıların ufalta ufalta 22 metrekareye indirdiği evleri şaşkınlıkla dolaşan ''altın günü şişmanı'' hanımlarımız tabii ki akıl erdiremeyerek çıkıyorlardı kapıdan, ''aaa, bu kadarı da olmaz ki ama şekerim, cık cık cık'' diyerek:)



Yeni yıl için mumlar, süsler-püsler vardı bolca, aydınlatma ürünleri hoştu, sonra mutfak gereçleri tabii. Ama biz sevgili gecea ile gene en çok ''çocuk'' bölümünde oyalandık sanırım, oyuncaklar, oyuncak saklama sepetleri, çocuk mobilyaları çok eğlenceliydi. Bir çift bambu perde aldım yemek odası için, açık yeşil renkli ve ferah karpuz kokulu bardak mumlardan bir bana, bir gecea'ya, yazı özledikçe yakıp koklamak iyi gelir diye. Geniş halılar biz ''kedili hayat''çılar için uygun seçenek değil, iki küçük el dokuma kilim, gene yeşil tabii:)

Mutfak için bir ''poşet saklama'' zımbırtısı, delikli, çekip almak kolay olsun diye. Bir plastik sulama kabı, uzun gagalı, açık yeşil. Bir adet askılı saksıda ''rhipsalis cassuta'', sarkan, saçaklı, hoş bir bitki... Üzerine renkli kelebekler dikilmiş tül perdelerle yeşil renkte sinekler nakışlanmış ham keten rengi kumaş perdeler hoştu tabii ama bize göre değil, tırmalanıp parçalanamayacak şeyler gerekli bizim evlere. Fazlası www.IKEA.com.tr de, tasarım ev ürünlerinden hoşlananlar için, gördüğüm kadarı ile meraklısı da çok, epey kalabalıktı. Herşey iyi hoş ta, müşteriye yardımcı olmak üzere ortalıkta dolaşan reyon görevlilerinden başlayarak kasa görevlilerine (aslında özellikle onlara sanırım) kadar çalışanlarını tekrar gözden geçirmesi gerek bence IKEA'nın, eskilerin ''sür'at-i intikal'' dedikleri çabuk kavrama olgusu neredeyse tamamında eksik! Anlatıyorsunuz anlatıyorsunuz, öyle boş boş bakıyorlar yüzünüze, hesaplama hataları, promosyonlu fiyatlar konusunda bilgisizlikleri (biz uyarmak zorunda kaldık bu çiçek promosyonlu fiyattan satılıyor diye) ve daha bir sürü detay var IKEA'yı ''bir daha gitmeyi pek te istemeyeceğiniz bir yer'' yapmaya aday! Satılan malzemeleri ne kadar beğenirseniz beğenin, iş çalışanlarda düğümleniyor ve kesinlikle yeterli değiller. Ayrıca; belki ufak bir ayrıntı ama aradığım bir ürünü sorduğumda düşünüp işin içinden çıkamayan bir reyon sorumlusu hanım kız fena halde ter kokmaktaydı:( Yorucu ve zor bir iş olmasını anlayabilirim ama bu açıklayıcı olmaz böyle bir mağaza sözkonusu olduğunda, dikkat etmek gerek ayrıntılara. Nasıl ki IKEA tasarımcıları ayrıntıdan yola çıkarak bütüne varmakta, değil mi ama?...

Nariz/ Burun...



Bir süredir sorun çıkarıyordu, ben fazla aldırış etmiyordum, pek iyi değildir aramız seneler önceki başarısız ilk ameliyattan bu yana. Ama; giderek zorlaştı vaziyet, geceleri boğulma hissi ile uyanmaya, sabahları sesimi tanıyamamaya, yayınlarda tıkanmaya başlayınca işin ciddîye bindiğini anladım! Artık ''okyanus suyu'' diye bilinen Sterimar, Rhinomer gibi rahatlatıcı spreyler de işe yaramaz olunca tıpış tıpış İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Kulak Burun Boğaz Ünitesi'nin yolunu tuttum tabii! Önce Doç.Dr.Sn. Yahya Güldiken'in tetkiki, yapılan rhinoskopi ve durumun iç açıcı olmadığı gerçeği. Ardından Sn.Güldiken'in telefonu ile aynı bölümden Doç.Dr.Sn. İsmet Aslan'a yönlendiriliş, muayene, paranasal sinüs tomografisi talebi. Çekildi derhâl, o-hooo, ben nefes aldığımı sanıyormuşum meğer! Ve bugünkü görüşmenin neticesi: arka arkaya yapılan ameliyatlar sonucunda burunda bazı şekil bozuklukları var, doku yıkımı olmaması mucize gibi ama kıkırdak hasarlı, burnu toparlamaya ve nefes kanalını açmaya yetecek kadar yok, kaburga ya da kulak bölgesinden ek kıkırdak alınarak burun desteklenecek, yükseltilerek hava kanalı açılacak, genel anestezili ve oldukça ciddî bir ameliyat yapılacak, bir gece hastanede yatılacak! Hmmm, bu kadarını doğrusu ben de beklemiyordum. Kısaca düşünüp doktorumdan da empati yapmasını rica ettim, benim yerimde, yaşımda ve mesleğimde olsaydı girer miydi bu işe?

''Kesinlikle'' dedi, ''işiniz bir tarafa, daha gençsiniz, nefes almanız gereken yıllar var önünüzde...'' Kaçarı kalmadı, olacağız ameliyatı. Muhtemelen bayramdan sonra, kaburgamdan ya da kulağımdan yeni bir burun çıkarmak üzere masaya yatacağım, üç hafta kadar sonra da inşallah normal nefes almak nasılmış, yeniden hatırlayacağım.


Gogol'ün ''Burun'' adlı eserini yeniden okumak gerek, hâttâ Cyrano de Bergerac'ı, Patrick Süskind'in ''Koku''sunu da! ''Korku Burnu'' yeniden izlenebilir, sıkı filmdi zaten! Burnunuzun kıymetini bilin, ona birşey olunca hatırlamayın varlığını, iyi geçinmeye çalışın zira intikamı acı oluyor sonradan!...

(Sevgili doktorum benim burun mes'elemle meşgûlken ben de fırsattan istifâde çektim fotoğrafları. Bu arada; İsmet Bey'in çalışma masası yanındaki ışıklı panoda görünen benim tomografilerim. İnsan bu sayfaları eline alınca bir tuhaf oluyor doğrusu, ''kafam ne kocamanmış yâhû''dan başlayıp deriden etten sıyrılmış, kurukafa haline bakarak W.Shakespeare'in meşhur ''Hamlet''inden pasajlar okurken yakalayabiliyor kişi kendisini... Oysa sevgili doktorum şöyle bir bakıp ''hmmm'' diyerek asıl konuya girdi, çünkü bu onun ''ne kadar başarıyla yapageldiği dillere destan olmuş'' işi, elbette baktığı açıdan görecek baktığını kişi... Ben ''olmak ya da olmamak'' kısmında gezinirken İsmet Bey çoktan koymuştu teşhisi:))

Lluvia/ Yağmur...



KEDİ TANRI BASTET’İN ÇOCUKLARI

Hayvanlarınız varsa eğer, onların sandığımızdan daha zekî olduklarını zaten biliyorsunuzdur. Fakat bazı hayvanlar olağanüstü işler başarmalarını sağlayan gerçekten şaşırtıcı güçlere sahip. İçgüdü? Sezgi? Psişik algılama? Hiç kimse açıklayamıyor, ama hiç kimse…
Brad&Sherry Hansen Steiger/Hayvanların Gizemli Güçleri

Altı yıl kadar önceydi. Antakya’daki geçici görevim sırasında üşüterek hastalanmış, giderek ağırlaşan hastalığım nedeniyle görevimi zor tamamlayıp İstanbul’a dönmüştüm. Zatüree başlangıcı teşhisi konulmuştu, şiddetli öksürük, gece terlemeleri, sırt ağrıları ile boğuşuyor ve tedavi oluyordum. Berbat bir kış akşamıydı, sulu kar yağıyor ve şiddetle esen poyraz ortalığı kasıp kavuruyordu! Müzik setinin tozunu aldığım bezi salon penceresinden silkelemek üzere camı açtım, tüy bırakmadığı için çok sevdiğim toz bezimi rüzgâr elimden alıp arka bahçeye uçurdu! ‘’Bu korkunç havada bir toz bezini almak için dışarı çıkıp, üstelik oldukça hastayken bir de tekrar ıslanıp daha kötü olma riskini göze almamalıyım, saçmalık olur doğrusu’’ diye düşünerek camı kapadım. Ama; içimden bir ses ‘’paltonu giy, atkını boynuna dola ve çık, hemen çık’’ diyerek zorluyordu beni. Bir süre salonda kararsızca dolaştım, sonra daha fazla karanlık basmadan çıkıp bezimi uçtuğu yerden alarak hemen dönmeye karar verdim. Giyindim, ayağıma kalın çoraplarımı ve botlarımı geçirdim, apartmandan çıkarak arka bahçe duvarının yanına indim. Şansa bakın ki; toz bezi duvarın arkasındaki bitişik bahçeye uçmuştu. Alabilmek için ortalama yükseklikteki duvara tırmanıp öte yana geçmem gerekecekti. Hazır çıkmışken üşenmeyip duvarı geçmeye karar verdim, tırmanıp bitişik bahçeye atladım. Esen poyraz ve şiddetli yağmur yüzümü kırbaçlıyordu. Biraz yamaç olan bahçenin toprakları saatlerdir yağan yağmurda vıcık vıcık çamur olmuştu, buz gibi sular küçük ırmaklar halinde yamaç aşağı akıyordu. Sarı toz bezim çamurlara bulanmış halde, az ötede gözüme ilişti. Oraya doğru giderken çamurlar arasında bir şeyler gördüm, küçük kütleler, üzerlerinden akan suların yolunu kesen ufak tümsekler… Taş sandım önce ama yaklaşıp bakınca bunların henüz doğurulmuş, göbek bağları duran küçücük kedi yavruları olduğunu fark ettim. Üzerlerinden çamurlu sular akmakta olduğundan renkleri seçilmiyordu. Minicik bedenleri çoktan buz kesmişti, ortalığa saçılmış halde bulduğum bu küçük kediciklerin hiçbiri yaşamıyordu ne yazık kiL… Derin bir üzüntü içinde ‘’bari küçük bir çukur açıp gömeyim bu zavallıları, ortada kalmasınlar’’ dedim kendi kendime. Donmuş küçük cesetleri toplayıp elimle çamurlu toprakta bir çukur açtım, ölü kardeşleri yan yana dizdim, beş kardeşin beşincisini de toprağa yatırıp üzerini kapatmaya hazırlanırken incecik, cılız bir ses duydum. Vızıltı gibi, belli belirsiz, zayıf bir çığlık. Çevreme bakındım, acaba buncağızları doğuran anaları yakınlarda bir yerlerde olabilir miydi? Hayır, ortalıkta benden ve küçük ölü bedenlerden başka kimse yoktu? Kazdığım çukura doğru eğilip tekrar dinledim, en son koyduğum parmak kadar çamurlu bedenin ayağı hafifçe kıpırdadı gibi geldi bana, alıp kulağıma yaklaştırdım, evet, bu minik bedenden geliyordu zayıf çığlık! Oysa vücudu kaskatıydı, tamamen çamura bulanmış haldeydi. Diğerlerinde de hayat belirtisi olabilir mi diye yeniden baktım ama yoktu, onlar ölmüştü. Sadece çukura koyduğum son yavruda cılız bir hayat kırıntısı vardı. Yerdeki toz bezini alıp bu minicik bedeni incinmesin diye dikkatle sardım, çukuru alelacele kapadım, paltomun cebine koyduğum ufacık bedenle hemen eve koştum!...



Böyle başlamıştı Yağmur’un hikâyesi… Kazara rüzgâra kapılıp uçan bir toz bezinin peşinden gidilmeseydi, ‘’bu havada çıkılır mı yâhû’’ denip boşverilseydi Yağmur şimdi hayatta olmayacaktı. Küçük bir kâse içine doldurulan ılık suyun içinde bekletildi, ağzına burnuna dolan çamurlar temizlendi, hâlâ kanlı olan göbek bağı dezenfekte edilip kısaltıldı ve ufacık bedenini sarsan bir öksürükle ciğerlerindeki çamurlu suları da çıkaran Yağmur nefes almaya başladı! Gözümün önünde gerçekleşen bu mucizeyi ağlayarak ve dualar ederek izledim. İşin daha da mucizevî olan tarafı şuydu ki; o sırada evimizde iki hafta önce doğum yapmış emzikli kedimiz Bulut vardı, iki haftalarını doldurup irileşmiş kendi yavruları arasına çekinerek eklediğim bu henüz doğmuş bebeciği reddedebilirdi. Uzun süre bu parmak bebeği kokladı, evirip çevirdi ve süt dolu memelerine doğru burnuyla iterek emzirmeye başladı. O Cuma gecesi, yavruların sepeti başında dualarla kondu Yağmur bebeğin ismi, bu inanılmaz hikâyenin kahramanını görebilmek için eve insanlar akın etti. Yağmur özel sevgi titreşimleriyle büyütüldü, Bulut’un sütünün yetmediği zamanlarda biberonlarla, hazır mamalarla emzirildi, bu küçük beyaz adam diğer kardeşlerinin sahip olmadığı bir enerjiyle kuşatılmış olduğu için ölümle hayat arasındaki incecik çizgiyi geçmişti. Büyüdükçe anlaşıldı ki; bir kedi değil de sanki bir oğlan çocuğu ruhuna sahipti. O’nun hikâyesi bana hep ‘’indigo çocukları’’ hatırlatmıştır, olamaz mı, belki?... Hâlâ önüne konan mama tabağından sağ patisiyle çekip alır ve öyle yer yemeğini, insan gibi. Ben bir sebepten üzgünsem, hele de ağlıyorsam anlatılması güç bir hüzün ifadesi kaplar yeşil gözlerini, gelip göğsüme oturur, annesini avutmaya çalışan bir oğlancık gibi beyaz ellerini boynuma uzatır, azarlanıp kızmaya hiç gelemez, küser, öyle kırılgan, öyle duygusaldır… Bu konulara kafa yoran kişilerle oturup tartıştığımızda Yağmur’un insan bedenindeki chakraların dördüncüsü olan ‘’anahata chakra’’ yani ‘’kalp chakra’’sından sorumlu bir ‘’indigo kedi’’ olduğuna karar vermişizdir. Gelip göğsünüze oturur, kollarını boynunuza dolar ve kedilere özgü mırıldanmasıyla vibrasyon yaymaya başlar. Özellikle ben hasta ya da üzgünsem bunu mutlaka yapar. Sessizce mırıldanarak orada oturur ve kesinlikle kendimi daha iyi hissetmemi sağlar…


Hayatıma giren kediler içinde ‘’yedinci chakra’’ yani ‘’tepe chakrası’’ bölgesinde, bu ckahrayı çevreleyen bir taç gibi uyumayı seçen ve şimdi tekamülünün başka bir boyutunda olduğuna inandığım sevgili Heval’imizi ve 13 yıl önce, babamın enfarktüsten ölümünden birkaç hafta evvel çektiğim son fotoğrafında onun kalp chakrası üzerine boylu boyunca uzanarak yatan ve gözlerindeki anlaşılmaz hüzünle adeta ‘’üzgünüm ama öleceksin’’ diyen sevgili Mırka’mızı unutamam.

Antik Mısır’da bir tanrı kimliğiyle, Bastet’le temsil edilen, gizil güçlerine inanılan, mumyalanarak onurlandırılan kediler Orta Çağ’ın karanlık zamanlarında yine insanlar tarafından açıklanamayan tuhaf enerjileri nedeniyle ‘’cadı’’lıkla suçlanmış ve asılarak ya da yakılarak toplu halde öldürülmüşlerdir. Korkunç veba salgınlarının bu katliamlar sonucunda çoğalan fareler tarafından insanlara bulaştırıldığı ve binlerce insanın ölümüne neden olduğu da bilinir. İslâm dini içinde de kedinin özel bir yeri vardır, Peygamber duası almış olduğu için hep dört ayağı üzerine düştüğüne, dokuz canlı olduğuna ve bilerek kedi öldürmenin lânete sebep olacağına inanılır. Kazayla bir kedinin ölümüne neden olan kişinin bu lânetten kurtulabilmesi için mutlaka önemli bir hayır yapması gerektiğine dair inançlar Anadolu’da hâlâ yaşamaktadır. Edebiyat, resim, sinema, heykel gibi sanat dalları içinde de ayrı bir yeri olan kediler ‘’özel’’ olmayı sürdürüyorlar bana kalırsa. Bilmediği her şeyden korkan insan kedinin bırakıldığı yerden kilometrelerce mesafe katederek, bazen yıllar sonra evine dönebilmesini, deprem, sel gibi doğal afetleri önceden haber verebilmesini, hastalık ve hâttâ ölümü bile önceden sezebilmesini korkutucu bularak mı ona ‘’nankör’’ demiştir dersiniz? Ya gelişmiş teknolojilere rağmen hâlâ nasıl ve nereden çıkardıkları bilimsel olarak açıklanamayan mırıltılı vibrasyonları? İnsan bedeninin asla başaramayacağı mükemmellikteki atlayışları? Bedeninizde hastalık olan bölgeden yükselen enerjileri hissedip ya da bazen sadece kapalı olduğu düşündüğüm chakraları açabilmek için belki, bu noktalarda ısrarla oturmaları? Kedilerle ilgili açıklanamamış daha pek çok sır var, eee, ne de olsa onlar ‘’Kedi Tanrı Bastet’’in gizemli çocukları…


(Chi dergisi, Aralık 2005 sayısında yayınlanmıştır...)

La fenõmeno de nariz-vol.2/ Burun olayı-2. bölüm...

Evet, kaldığımız yerden devam edelim. Odaya alındıktan sonraki kendine gelme sürecini kopuk kopuk hatırlıyorum. Doktorlarımın ameliyat sonrası ziyaretleri de aynı şekilde, biraz puslu. Telefonlar çalıyor, sevgili gecea yanıtlayarak durumu bildiriyor, bir taraftan da beni konuşturmaya çalışıyor, tansiyon ölçmek ve tampon değiştirmek için hemşirelerimiz sık sık geliyor ve pencereden görebildiğim kadarıyla kar tipi halinde yağmaya devam ediyordu. Kendine gelme sürecinin hızlandığını gösteren bir belirtiydi ki; ağrım olduğunu söyledim, hemşiremiz gelerek ilk ağrı kesici enjeksiyonu yaptı. Bu aşamada yüzüm henüz trafik kazasından çıkmış gibi değildi. Sadece kan kaybı ve narkozdan dolayı oldukça soluk olduğunu, bir de sol göz altında hafif bir morluk bulunduğunu fotoğraflardan görebiliyorum. Ama dediğim gibi; asıl olay bundan sonra başlıyordu ve her geçen saat yüzümdeki değişiklikler artacak, şişme ve morarmalar beni kısa zamanda tanınmaz hale getirecekti. Bu ''rinoplasti'' ameliyatlarında doğal bir süreç, korkup endişe edecek birşey değil, görüntü beter, evet ama zaten bunun olacağı baştan biliniyor, o nedenle biz de hazırlıklıydık ve fazla şaşırmadık...


Artık telefonda konuşabilecek duruma gelmiştim. Fazla ağrı hissi yoktu ancak burun deliklerimi tamamen kapatan iç tamponlardan ötürü burnumdan soluk alabilmem imkânsızdı. Ağzımdan soluk alıp verdiğim için ağız kuruluğu problemi vardı ve bu ertesi gün öğle saatlerine kadar sürmek zorundaydı. Ameliyatın üzerinden altı-yedi saat geçmeden hastaya yiyecek birşey verilmiyor, azar azar su içebiliyorsunuz. Ameliyat sırasında burun arka boşluğundan genize, oradan da istemsiz olarak mideye akan kan nedeniyle bulantı hissi de olağan. Bende de aynı durum gözlendi, bu süreci ''kan kusup kızılcık şerbeti içtim demek'' nitelemesi ile kısa geçeceğim çünkü görüntü olarak ta, his olarak ta hoş bir durum değil. Ayrıca; kusma refleksi burnu da zorladığından kanama tamponları geçecek ve çenenizden damlayacak kadar çoğalıyor, hemen müdahale edildi ve durum kontrol altına alındı...


Kar altındaki İstanbul'a yavaş yavaş akşam iniyor ve bizim için ''en uzun gece'' başlıyordu. Akşam saatlerinde ılık bir çorba ve gayet hafif bir kompostodan oluşan ''hasta mönüsü'' verildi, açlık hissetmediğim halde yedim çünkü gerekliydi. Tuvalete giderek aynada yüzüme baktım, gördüğüm yüz artık benim değildi tabii. Bu arada; şişme ve morarmayı kontrol altında tutabilmek için sürekli buz torbası kompresi uygulamak gerekiyordu, sabaha dek onar dakika süre ile buz kompresine devam edecektik. Buzdolabımıza da teşekkür borçlu olduğumuzu söylemem gerek:) Sevgili gecea ile sohbet ederek, zaman zaman uykuya dalıp tansiyon ve ateş ölçmek için gelindiğinde uyanarak ve elbette sıkıntım artarak sürüyordu ''en uzun gece''... Sabaha az kaldığını sanarak uyandığım bir ara gecea odanın ışıklarını söndürmüş, pencere önündeki aydınlıkta kitap okuyordu. Saati sordum, henüz 01.25 olduğunu söyledi, sabaha çok vardı daha. Kalkıp biraz dolaştım, sıkıntı hissini aralamak için pencereyi açıp sevgili gecea'nın muhalefetine rağmen başımı azıcık dışarı çıkararak karlı ve ayaz havayı yüzümde duydum. Derin derin nefes alabilmek şimdilik bana uzaktı. Necip Fazıl ustanın ''ne hasta bekler sabahı...'' diye başlayan şiirini hatırladık, tasavvuf üzerine konuştuk, kedi çocuklarımızın kulaklarını çınlattık, geceyarısından sabaha nöbetinde olan sevgili F.D. ile telefonda konuştuk gene de zamanın akışını hızlandırabildik diyemem. Bu ''en uzun gece'' kısa uyku molaları ve arada bastıran ''boğuluyorum'' hissi ile bölüne bölüne nihayet sabaha ulaştı. Kar biz hastaneye adım attığımızdan beri hiç ara vermeden yağmaya devam etmişti, sabahın erken saatlerinde de yoğunluğu sürüyordu...


Kahvaltı geldi, ameliyattan sonra ilk kez çay içtim. Sabah vizitesi için görevli doktor ve hemşireler gelerek rutin kontrolleri yaptılar. Artık Doç.Dr.Sn. Yahya Güldiken'in gelmesini bekleyecektik. Burun içi tamponları o çekecek ve taburcu olup olmayacağıma karar verecekti. Beklerken ikimiz de biraz dalmışız, oldukça sıkıntılı ve uzun bir geceden sonra uykumuz da sabaha ertelenmişti çünkü. Öğleye doğru sevgili doktorumuz geldi, gecea'dan dışarı çıkmasını rica etti ve ameliyatın ağrı verici son kısmı olan ''burun içi tamponlar'' çabucak çekilerek çıkarıldı. Nefes alabildim mi diye merak edenler varsa hemen cevap vereyim; hayır çünkü henüz travma altındaki şiş dokular nefes kanallarını kapatmaya devam ediyordu ve tamponlar çekilince doğal olarak küçük bir kanama da başlamıştı. Burun altı tampon değiştirildi ve Sn.Güldiken bir-iki saat daha hastanede kalmamızın uygun olacağını söyledi. Burnun üzerindeki atel (alçı) ise zaten bir hafta sonra çıkarılacaktı. Şu ana kadarki seyir normaldi, ameliyat başarılı geçmişti...


Bu bir-iki saatlik zaman diliminde ziyaretçilerimizi kabûl ettik. Önce sevgili Taha Akçakaya, sonra Sabahattin Kahraman, ardından da Süha Uner geldiler. Sevgili Sabahattin bizi her zamanki gibi güldürdü, bu arada odayı toparladık, ben üzerimi değiştirdim. Bir yandan da sürekli çalan telefonları cevapladım. Bu zorlu süreçte fikren yanımda olan tüm sevgili dostlarıma teşekkür ederim, eksik olmasınlar.


Sevgili gecea ise yanımdan hiç ayrılmayarak adım adım her aşamayı benimle birlikte yaşadı, fotoğrafladı, zaman defterine kaydetti. O'nun hakkını asla ödeyemem ve hep derim ki ''o olmasaydı'' diye başlayan bir cümle kurabilmem mümkün değildir, olmayacaktır da...


Doktorumuzun ''artık çıkabilirsiniz'' demesi üzerine son hazırlıklarımızı yapıp, rapor ve reçetemizi de aldık ve hastaneden ayrıldık. Son derece profesyonel tutumları ve ilgileri için Özel Ataköy Hastanesi personeline ve elbette değerli doktorlarım Doç.Dr.Sn. İsmet Aslan ve Doç.Dr.Sn. Yahya Güldiken'e çok teşekkür ederim. Kötü hava koşullarında hiç sorun yaşamadan ulaşımımızı organize eden sevgili Kadri Özdener'e, yakın ilgisi için sevgili Adnan Baycar'a ve bu zorlu süreci sıkıntısız atlatmamızda en büyük emeğin sahibi olan, benim için çok değerli ve müstesna özel bir insana ne kadar teşekkür etsem az. Allah varlıklarından mahrum bırakmasın diyorum...


İlaçlarımı da alıp eve döndük. Yoğun kar yağışı nedeniyle sitemiz kara gömülmüş, alt avludaki bahçe şemsiyesi karın ağırlığıyla çökmüş, bütün bitkiler karın altında kalmıştı. Beni oldukça değişmiş halde gören kedi çocuklar tedirgin olarak koltukların altına saklandılar:) Bir süre sonra bu yeni halime alıştılar ve sevinç gösterileri başladı. Çok şükür bu ''burun olayı''nı da atlatmış ve hayırlısı ile evimize dönmüştük...

Evdeki ilk gece yüzüm iyice şişti ve her iki gözüm de kapandı. Birkaç sıkıntılı geceden sonra şimdi artık vaziyet normale dönmeye başladı, morluklar giderek azalıyor, şişlikler düzelme yolunda. Kanama ve sızıntılar tamamen durdu. İlaçlarımı kullanmaya devam ediyorum. Alçımın çıkarılacağı ve derin derin nefes alabileceğim günün gelmesini sabır ve tevekkülle bekliyorum. Eğer ''deviasyon'' sorununuz tespit edilmiş ve ameliyat olmanız gerektiği belirtilmişse lûtfen bunu kulak ardı etmeyin, üzerinde durun, ilerleyen yaşlarda sorunun da sizinle birlikte büyüyeceğini ve ameliyatın daha güçleşeceğini unutmayın. Gerçi; benimki bir ''revizyon'' operasyonu idi, ilk ameliyatım değildi ama artık ''son'' olacağına inanıyorum inşallah. Yaşamak için ''nefes''e ihtiyacımız var, nefes için de ''burun'' lâzım kuşkusuz. Bu nedenle; yüzünüzün ortasında yer alan bu çok özel organa dikkat edin, ona saygı duyun, varlığını yalnızca bir sorunla karşılaştığınızda hatırlamayın derim. ''Dar ağızlı bir şişe içinde yapılan ameliyat'' olarak nitelendirilen ''rinoplasti'' hem hasta, hem de doktor için oldukça zor ama sağlık için gerekiyorsa korkup kaçmak anlamsız. ''Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi'' kelâmının altını çizerek herkese sağlıklı günler, ferah nefesler diliyorum...

La fenõmeno de nariz-vol.1/ Burun olayı-1. bölüm...


24 Ocak 2006 Salı günü kar hızını arttırdı. Ertesi gün yapılması plânlanmış olan ameliyatın hazırlıkları içinde olan bendeniz elbette doktorlarımdan Sn.Yahya Güldiken'i arayarak plânda bir değişiklik olup olmadığını sordum. ''Hayır'' dedi Sn.Güldiken, ''ben bugün ameliyatlarıma girdim, bir değişiklik olacağını sanmam...'' Çantamı hazırladım, uzunca bir süre yıkanamayacağım için banyo yaptım, ertesi sabah saat sekizde yeme-içme işine son verileceği için saatimi kurup yattım. 25 Ocak 2006 Çarşamba sabahı çalan saatle uyanıp derhal pencereye koştum. İstanbul kara gömülmüştü ve adeta ameliyatıma muhalif olan kar ısrarla yağmaya devam ediyordu! Gene de hafif bir kahvaltı yaptım, son kez su içtim, kedi çocukları besledim ve her zor zamanımda yanıbaşımda olan can dostum ''gecea''yı beklemeye koyuldum. Saat 10.20 sularında sırt çantası ve kar botları ile tam teçhizatlı olarak yokuşu tırmanan gecea'yı karşıladım. Hazırlıklarımızı kontrol ettik, saat 11.00'de evden çıkmayı plânlamıştık önceden. 11.00'e doğru Doç. Dr.Sn.Yahya Güldiken telefon etti, kendisinin Ataköy'de oturduğu için hastaneye gitmesinde problem olmayacağını ancak diğer doktorum Sn.İsmet Aslan'ın Ataşehir'deki evinden çıkıp gelmesinin güç olabileceğini söyledi. Ufak çaplı bir şok yaşadıktan sonra çare düşünmeye koyulduk. Bu arada İsmet Bey'i de aradım, ''burada görüş mesafesi 20 metrenin altında, göz gözü görmüyor'' dedi. Kafamızdaki kırkar tilki ile birlikte gecea ve ben salonda dört dönerken canımız hayli sıkılmıştı tabii. Sonra; düşündük ki bizi almaya gelecek olan araçla önce İsmet Bey'in oturduğu Ataşehir'e gidip onu alabilir, oradan aynı araçla hastaneye geçebilirdik. İsmet Bey olmadan ameliyatın gerçekleşmesi mümkün olmadığına göre zaten başka çare de yoktu, şansımızı zorlamaya karar verdik. Doktoru arayıp adresini aldık, kendisini almaya geleceğimizi bildirdik, ''yâ Bismillah'' deyip karlara bata-çıka bizi bekleyen araca doğru yöneldik. Hava gerçekten kötüydü, görüş alanı kısıtlıydı ama çok ta zorlanmadan Ataşehir'e ulaşabildik, doktorumuzun evinin önünden telefon ettik, az sonra aşağı indi ve artık tamamlanmış olan ameliyat ekibi ile birlikte Ataköy Hastanesi'ne doğru yola koyulduk...


Saat 12.00'yi biraz geçe Özel Ataköy Hastanesi önündeydik. Hasta, doktor ve refakatçi olarak araçtan indik, bu serüven boyunca bizi salimen getirip götüren şoför arkadaşımız Adnan Bey ile helâlleşip hastaneye giriş yaptık. Kar hızını iyice arttırmıştı. Geniş mi geniş bir oda gösterildi bize, gecea ile odaya girip eşyamızı yerleştirdik. En sevdiğim renk olan yeşilin her tonu ile döşenmiş odaya bakarak birbirimize gülümsedik:) Doktorumuz da bu arada hazırlıklarını yapmak üzere ameliyathaneye inmişti. Biraz sohbet edip kar altındaki E-5 karayolunu seyrettik, heyecanlı başlayan günümüzün hayırlısıyla sona ermesini diledik. Az sonra Doç.Dr.Sn.Yahya Güldiken de hastaneye geldi, odada kendisi ile görüştük. O da aşağı indikten sonra bir hemşire gelip damar ve parmak ucundan kan örnekleri aldı. Gayet ince olan damarlarıma fazla zorlanmadan ve zorlamadan girebilen hemşiremize teşekkür ettim:) Kan tahlilleri tamamlandıktan sonra iki hastabakıcı gelerek ameliyat önlüğünü giymeme ve sedyeye uzanmama yardım ettiler. Sevgili gecea elinde fotoğraf makinesi ile ''burun olayı''nın her aşamasını görüntülüyordu. Ameliyathane kapısına kadar benimle geldi, orada can dostumla vedalaştım ve gecea kapının ardında kaldı. Artık ameliyat süreci başlamıştı...

Her ameliyathane gibi burası da oldukça soğuktu. Üzerimdeki ince ameliyat gömleği ile üşüyordum ama bu fazla uzun sürmeyecekti nasılsa. Sedyeden ameliyat olacağım masaya aktarıldım, narkoz ekibi ile kısa bir hoşbeşten sonra damarlarımı kontrol edip, kol damarlarım aşırı ince olduğundan sol el üzerinden damar yolu açmaya karar verdiler. Damar yolu açıldı, serum başlarda gitmekte zorlandıysa da bir süre sonra normal gitmeye başladı. Narkozitörümün ''hazır mısınız'' sorusuna ''evet, tabii'' dedim, karşılıklı ''iyi şanslar'' diledik ve narkoz verilmeye başlandı. ''Biraz yakabilir'' sözünün gayet iyi niyetle söylenmiş bir söz olduğunu ilaç damarımda ilerlemeye başlayınca anladım ve sanırım biraz bağırdım da acı hissiyle, ancak bu durum fazla uzamadı ve burnuma kapanan oksijen maskesinin mavi çerçevesi son hatırladığım şey oldu. Ansızın indirilen demir bir kepenk gibi kapandı belleğim ve dipsiz bir karanlığa doğru yuvarlandım...

Kısa ve kopuk kopuk hatırladığım kareler ameliyathanedeydi, yüzüme indirilen hafif tokatlar ve ''Handan Hanım, Handan Hanım, tamam, bitti'' diyen sesleri ayırtedebiliyordum. Korkunç bir mide bulantısı ve kusma hissini daha net hatırlıyorum, ''yuttuğu kanları çıkaracak, böbrek tas getirin'' diyen telâşlı bir sesten sonrası da kayıp şu an belleğimde. Ne kadar zaman geçti bu ikinci bellek kayışından sonra, bilemiyorum. Gözlerimi zar-zor araladığımda gördüğüm sevgili gecea'nın huzur veren güzel yüzü ve mavi gözleriydi. ''Bitti mi Cân'' dedim, ''bitti Cân, çok şükür'' dedi, asıl hikâyenin benim için bundan sonra başlayacağını düşünerek içimi çektim ve herşeyi yeniden hatırlamaya koyuldu hayattan bir süre mola alan belleğim...

Después/ Sonra...

Öncesini biliyorsunuz, sonrası da böyleydi. Şu an vaziyet daha da beter, sol gözüm tamamen kapandı. Bu nedenle; kısa keserek ''ben ameliyat oldum, başarılı geçti, şimdi evimdeyim, dinleniyorum'' diyor ve aynalardan kaçarak başımı yorganın altına sokuyorum izninizle:) Kısa süre sonra; sevgili gecea'nın fotoğraf direktörlüğünü yaptığı ''ameliyat fotoromanı'' ile gene burada buluşmak dileği ile. Arayan soran herkese teşekkür ve sevgiler...