JellyPages.com

Perşembe, Mayıs 19, 2005

Çayın Sultanlığı

Dignidad/Onur Bugün 19 Mayıs Atatürk'ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı... ''Onur'' kelimesi aklıma düştü. Uzunköprü'de bir 19 Mayıs yaşadım. Dünya'nın en uzun taş köprüsüne sahip olan Uzunköprü. Yol boyu çeltik ve buğday tarlaları. Uzunköprü'ye yakın bir yerde, bir benzin istasyonunda verilen çay-çorba molası ve benzin istasyonunun mescit olarak yapılmış ancak pek te kullanılmadığı her halinden belli olan küçük odacığında kimbilir ne kadar zamandır hapis kalmış iri bir gece kelebeği... Duvardaki çiviye asılmış tozlu bir başörtüsünün ve yanında asılı duran uzun tespihin üzerinde kanat çırpmaktayken ilişti gözüme. Demir kapıyı ittim ama açılmadı, sonra çay-çorba servisi yapan kadına gidip anahtarı var mı diye sordum, kuvvetli it, açılır, kilitli değil dedi. Kapıyı açıp içeri girdim, toz kokusu, havasız, uzun zamandır girilmemiş belli. Kelebeğe elimi uzattım, parmaklarıma yürüdü hafifçe, kanatlarını çırpmayı bırakmadı. Dışarı çıktık, güneşe, yabanî otlar ve tek-tük gelinciklerin arasına koydum incitmemeye çalışarak, bir ince dala tutundu, kanatlarını çırpmaktan vazgeçmeden. İyi mi ettim, kötü mü? Bilemiyorum, orada bırakıp döndüm. O havasız, tozlu odada beni beklediğine inanmak çok mu romantiklik olur-du?... Kimbilir?

Cân; ''kahve''ye ''krallığı'' uygun gören fikrim, ''çay''a da ''sultan''lığı yakışır buldu, demek ki kahve daha ''alafranga'' bir kavram, ''çay'' ise ''oriental''... Belki bunda, Fransa'da, Paris'te yıllar önce bir sabah kahvaltısında döne döne çay aramış ancak bulamamış oluşumun etkisi vardır, orada kahve-kruasan ikilisi ile kahvaltı ediliyor ya genellikle. Oysa İngiltere'de, Londra'da durum daha farklıydı, kocaman çay dükkânlarında akla-hayâle gelmeyecek kadar çok çeşitte çay satılıyordu. Kokuları, tadları, renkleri, fiatları farklı türlü çeşit çay içinde kayboluyordun... Çay demlemeye ilişkin bir sürü ıvır-zıvır da vardı tabii, zarif fincanlar, çaydanlıklar, süzgeçler, ilginç kaşıklar, limon çatalları, şekerlikler. Çay saklamak için cam, porselen ya da metal kavanozlar, hâttâ çaya dair yazılmış kitaplar, dergiler vs... Ama bütün bunlara rağmen, çay gene de doğuya özgü birşey olmayı sürdürdü kafamda, kahve ve çayı çatıştırmadan, ayrı ayrı sevmek galiba en iyisi. Zaten; çayın da bir ruhu var, sıcak su ile buluşan kara, ince, kıvırcık yaprakların zarifçe gevşeyip açılması sırasında açığa çıkan ruh, suya önce ince damarlar halinde yayılan, sonra tamamını ele geçiren o benzersiz kızıllık, ve tabii koku. Eline aldığın bardak şeffaf ve inceyse hele, o rengi ve kokuyu daha özel yaşatır sana, ve cam çay bardakları içinde dönen metal kaşıkların sesinde herkese göre farklı öyküler saklanabilir... Bırakalım kahve kendi krallığı içinde hüküm sürsün, çay ise ipek örtüler altında, ağır ve azametli bir sultan olarak daldırsın parmak uçlarını sıcak suya, karıştıkları nokta aynı nasıl olsa:)

Dönelim Uzunköprü'ye... Bayraklar, bir örnek giyinmiş, gösterilerini henüz bitirmiş, terli ve heyecanlı yeniyetmeler, gökyüzü kapalı, güneş yok ama hava serin değil. Bir kasabadan umulmayacak kadar modern ve donanımlı kuaför dükkânı, konsere yetişmek için telâşlanan sanatçıların tepesinde birkaç kişi, fön makineleri, fırçalar, firketeler, sprey dumanı, birbirine karışan parfümlerin tuhaf kokusu, makyaj çantaları açık, içindeki malzemeler ortaya dökülmüş. Üstlerinde henüz günlük giysileri olan sanatçıların baş kısmındaki acaip fark, kafalar başka resimlerden kesilip yapıştırılmış gibi şimdilik. Az sonra herkes giyinecek, spor pabuçların, terliklerin yerini yüksek ökçeli, şık, zarif sahne ayakkabıları alacak, kırmızı, vişne rengi boyalı ayak tırnakları ortaya çıkacak. Pullu, tüllü, renk renk giysi buruşmasınlar diye özenle asıldıkları elbise kılıflarından çıkıp asıl askılarına, bedenlere yerleşecek... Telâş, gecikme stresi, çalan telefonlar, ''haydi, çabuk''lar uçuşuyor havada, kuaför aceleyle krepe yapıp kabarttığı saçlarımı toplayıp siyah firketeleri adeta başıma çiviliyor! Bir taraftan ayakkabılarımı giyiyorum, konseri sunacak olan kişi her zaman ''ilk'' ve ''son'' çıkacak olmanın telâşını yaşıyor çünkü, diğerlerinin daha zamanı var. Başıma sıkılan spreyin sert kokusu, gözlerimi kapıyorum kısa bir an için... Aradaki zaman o kadar kısa ki, adeta tekrar açtığımda stadyumdayım, halk bekliyor, tezahüratlar, alkışlar, elimdeki çantayı kulise bırakıp hemen çıkıyorum. Ve; sahne.

Çoğu kişi bilmez ki; bu tarz konserlerin sahnede görülen kısmı aslında çok azıdır, gösteri kısmı yani, kulisleri kimse bilmez, belki merak edenler vardır ama? Tozlu perdeleri olan, genellikle eski birkaç koltuk ya da kanape konmuş, çoğu kez kenarı kırık ya da çatlak bir aynada kendine son kez baktığın tuhaf geçiş noktalarıdır oralar, birkaç saatliğine yaşayacağın, havasını soluyacağın ve ne kadar sefil de olsa, gene kendine ait bir yer olarak göreceğin, içeride kimse yokken kapısı kilitlenen ve herkesin özel eşyasının, çantasının, ıvır-zıvırının kapıdaki bir görevli tarafından korunduğu özel alandır. Sıran gelinceye kadar bekleyeceğin, hava soğuksa ve şanslıysan birkaç teli atmış, bir-ikisi çalışır durumda olan eski bir elektrik sobası ile ısınabileceğin, daha da şanslıysan beklerken bir bardak çay içebileceğin, yoksa şişe suya talim edeceğin, kimsenin duymadığı konuşmalara, dedikodulara ve kimi kez kavgalara tanıklık eden yerlerdir kulisler. İşin bitince geldiğin gibi aceleyle toparlanıp çıktığın, onca koşuşturmadan ve hareketten sonra derin bir sükûn ve yalnızlığa terk ettiğin yerler. Sigara tablalarında birkaç koyu rujlu izmarit, bir köşede boş su şişeleri, buruşuk kağıt mendiller, boşalmış deodorant kutuları, unutulmuş birkaç eşya, saç tokası, saten bir papyon, bazen kaçık çoraplar, teki düşürülmüş küpe, eski bir tarak, sahnede ele tutuşturulan tek çiçekler, yorgun, boynu bükük... Kimse almayı düşünmez onları, kimileri çelenklerden sökülmüş tahta sapları ile, ortadaki masanın üzerine atılı, öylece kalakalır. Kulislerde garip bir hüzün, ince bir yalnızlık, kenarı kırık ya da çatlak aynaların sırrında saklı duran, boyaları akmış, ağlayan palyaço yüzleri vardır, herkes göremez...

Konser iyi geçti, alkışlar, havada uçuşan çiçek yaprakları, artık neredeyse herkeste olan kameralı cep telefonları ile saptanan anlar, hep bir ağızdan eşlik edilen şarkılar, türküler ve millî bir bayramın coşkusu ile sallanan bayraklar arasında geçip-gitti. Son anonsta herkes çıkış kapılarına yönelmiş olur genellikle, öyle oldu. Toparlanan kablolar, mikrofonlar, kılıflarına yerleşen enstrümanlar, aceleyle toplanıp çantalara bu kez gelirkenki gibi özenle değil, öylesine tıkıştırılan eşyalar, etekleri kirlenmiş, kararmış parıltılı elbiseler, dökülen birkaç pul, payet ve kapısı kapatılıp çıkılan kulis odası. Bir sonrakine kadar... Uzunköprü yorgundu, asırlardır üzerinden geçen milyonlarca araç, insan, kolay değil elbette. Ergani nehri atıklarla kirli, köpüklü, akşam alacasında hüzünlü bir şarkı söyler gibi ardımızda kaldı. Gün yavaşça indi çeltik tarlaları üzerinde, otoban önümüz sıra uzadı, uzadı, ayaklarım ağrımış, yorulmuşum, içim geçti, uyumuşum, uyandım; İstanbul... Nice onurlu 19 Mayıs'lara, kutlu olsun bir kez daha.

Hiç yorum yok: