JellyPages.com

Çarşamba, Mayıs 18, 2005

Kahvenin Krallığı

Esperanza/umut. Yeni bir gün, kısmen güneşli ama gene rüzgârlı hava, baharın seslerini dinlemeye zaman zaman engel oluyor rüzgâr, kuş cıvıltılarını alıp uzaklara savuruyor sanki... Kahve, masanın üzerinde, her zamanki yerinde, üzerinden ''kahvenin ruhu'' olan hoş kokulu buğu yükseliyor. Hakan geliyor aklıma; birkaç fincan sert, şekersiz, koyu kahve içmeden beynini güncelleyemeyen, günü başlatamayan Hakan:) Kimbilir nerelerdedir şimdi? Kahvenin Krallığı Columbia'da? Belki... O kendi varlığını parçalara bölüp, uzak coğrafyalardaki türlü kadına dağıtmadan, ve onları da bölüp parçalamadan yaşayamaz ki. Kimi için varolmak, bir bütün olarak varolmak değildir, küçük küçük parçalar halinde serpiştirilmek, başka hayatların içine kırıntılarını dağıtmak, böylece çoğaldığını sanmaktır... Ama; kaçınılmaz yazgı odur ki, sonunda kırıntılarını bile toplayamaz olursun, kaybolur hepsi başka hayatlar içinde, çoğalacağına eksilmiş olduğunu anladığında çok geç olur...

Kahvenin ruhu odaya dağılıyor, kediler uyuyor. Uyku onlar için hayatın kenar süsü falan değil, apaçık bir ihtiyaç, uykusuz kalan ya da uykuyu erteleyen kedi belki de yoktur. Bebek kedilere anneleri bir kertenkele avlayıp getirdi bu sabah, getirip yatağın üzerine bırakmış... Oysa karınları aç değil, yedikleri önlerinde, yemediklerini de zaten sokaktakilere veriyorum, gene de çok heyecanlandılar, ilk kez gördükleri, dışarıdaki dünyadan aparılıp zorla getirilmiş bir canlı, tuhaf görünüşlü, kendilerine hiç benzemeyen birşey? Toprağa ilk kez ayak bastıklarında ve güneş gözlerinin içine ilk kez dolduğunda ne hissedecekler? Alt kattaki yatak odasında, yatağın kenarındaki pembe, plastik çamaşır selesi içinde dünyaya geldiler birbuçuk ay önce... O odada büyüdüler, dünyanın pembe plastik çamaşır selesinden ibaret olmadığını kavramaları çok ta zaman almadı ama, bu kez de odayla sınırlı kaldı dünyalarının boyutları. Giderek o da az gelmeye başladı zaten, koridor, banyo, merdivenler, üst kat, mutfak, salon, balkon ve bahçe... Ve ötesini onlar belirleyecek zaten, sonrasına ben nasıl karışabilirim ki? Büyüyorlar, amansızca, korkunç bir hızla, her gün biraz daha, büyüyorlar... Kertenkele ise artık yaşamıyor, hayatı öğretmek adına, av kavramını tanıtmak için tahtaya tebeşirle çizilen bir resimdi belki, ne avcı anne cezalandırılabilir, ne de avın sunulduğu bebek kediler, doğa her zaman kendi şarkısını söyler...

Kahve bardağının altındaki karton altlık beni şimdiki zamandan alıp, yıllar öncesinin Madrid'ine götürüyor, cadde üzerinde bir kahveci dükkânı, Jamaica... Ahşap merdivenler boyunca dizilmiş, büyük, kalın kahve çuvalları. Ve başlarının üzerinde kahvenin ruhu dolaşan insanlar, avuçları içinde sıcak, sert, koyu kahvelerle dolu, büyük fincanlar. Hava çok soğuk, camlar içeriden buğulanmış, dükkânın kapısından girenler önce burunlarını siliyor, sonra kahvenin ruhuna teslim ediyorlar ruhlarını, o zamanlar euro yok, peseta var henüz, güzel, iç ısıtan, dirilten bir kahveyi ucuza içebiliyorsun. Hayata beş dakika ara verip, Kahvenin Krallığı'na giriyorsun, masanın üzerindeki tahta, küçük çanaklarda duran kavrulmuş kahve çekirdeklerinden birini atıyorum ağzıma, çıtır çıtır çiğnedikçe benliğime yayılan tad ve koku beni mutlu ediyor. Dünya üzerinde yaşayan pekçok insanın hissettiği gibi, sonra aklıma Venedik'teki ''askıda kahve'' hikâyesi geliyor, internette halen dolaşıyor. Düşüncenin hızına yetişmek güç, düşünce ışıktan bir kuş, nerelerden nerelere uçuyor...

Çamaşırlar makinede dönüyor, kediler uyuyor, rüzgâr esiyor. Kahvenin son yudumu hayata beş dakika aranın bittiğini işaret ediyor. Kahve bitti ama, ruhu halen odada dolaşıyor...

Hiç yorum yok: