JellyPages.com

Salı, Şubat 26, 2008

Tio Pedro-1/ Pedro Amca-1...

1996 senesiydi, TRT Hatay FM yayın hayatına yeni başlamıştı. O sıralar ben TRT İstanbul Radyosu spikeriydim ve yeni açılan bu il radyosuna merkezlerden geçici görevle giden ilk ekiplerin içindeydim. Ben ve TRT FM'in gelmiş-geçmiş en iyi yayın teknisyenlerinden biri olan sevgili Eray Zat İstanbul ekiplerinin ikincisi olarak üç haftalığına Hatay'da görevlendirilmiştik. İstanbul'dan Adana'ya giden uçağa binerken ne o, ne de ben bu görevin hayatımızda nasıl derin izler bırakacağından habersizdik. Adana Otogarı'ndan köhne bir otobüs bulmuş ve Antakya'ya doğru yola koyulmuştuk. Çocukluğumun kaygısız zamanlarından çok seneler sonra yeniden gidiyordum bu güzel şehre, rahmetli babacığım Aslantaş Barajı inşaatında görevliyken sık sık gider, Çukurova'nın kavurucu sıcağından bunalmış ruhlarımızı Harbiye'nin buz gibi sularında serinletip dönerdik, bazen de orada gecelerdik. Bu gezilere katılan barajcı ailelerin çocukları olarak en çok sevdiğimiz şey çoğu steyşın vagon tarzında olan otomobillerin en arkasına, bagaj tarafına oturtulup şamata yapa yapa Antakya'ya gitmekti. Harbiye'nin soğuk ve berrak sularında yüzgeç vuran alabalıkları seyretmek, Hidro Motel'in geniş havuzu etrafında koşuşturmak, birbirinden leziz yemekleri mideye indirmek ve yorulduğumuzda yüksek ağaçların gölgesine uzanıp kestirmek eşi-benzeri olmayan bir macera gibi gelirdi çocuk kimliklerimize. Taa o zamanlardan Antakya'yı severdim, seneler sonra iş-güç sahibi, yetişkin bir kadın olarak 21 günlük geçici görevle yeniden bu şehre gidiyor olmak benim için çok özeldi...
Radyodaki nöbetlerimizi bitirip kendimizi Antakya'nın daracık sokaklarına atmak pek hoşumuza giderdi. İstanbul gibi yorucu ve kendiyle kavgalı bir şehirden kalkıp bu sakin tarihî şehre gelen kişiler olarak,çalışma harici neredeyse bütün zamanlarımızı gezip dolaşmaya, ayrıntılarda saklanan hikâyeleri keşfetmeye ayırıyorduk. Antakya halkı artık bizi tanıyordu, gittiğimiz her yerde eşsiz bir misafirperverlikle ağırlanıyor, her akşam başka bir eve ama en çok da ''radyo dostları'' sevgili Subaşı'ların evine davetli olarak yemek yiyorduk. Kültürler ve dinlerin muazzam bir kardeşlik halkası içinde elele verdiği Antakya'da bir Pazar Katolik Kilisesi'nde gitar tınılarıyla renklenen ayine katıldıysak, diğer Pazar da Ortodoks Kilisesi cemaati arasına karışıyor, Arapça ilahîler ve tütsü kokuları eşliğinde gezgin ruhlarımızı dinlendiriyor ve ölmüşlerin ruhları için dağıtılan ekmeklerden tadıyorduk. Ama 1996 senesinin o güzel mevsiminde tanıştığımız bu sevimli yaşlı adamı buralarda tanımadık biz, arada yemek yediğimiz lokantanın garsonlarından sevgili Mehmet sıcak bir öğle sonrası bizi otelden alıp, Kuyulu Çıkmazı 7 numaradaki o çok eski eve götürdüğünde gördük ilk defa onu, avluya bakan ufak odalardan birinde derin bir öğle uykusundaydı. Biz ''uyandırma, yazıktır'' desek de, Mehmet bizi dinlememiş, hafifçe dürterek onu uyandırmıştı. Uykusundan telaşla ve sıçrayarak değil, gülümseyerek uyanan bu çok yaşlı adamı o dakika sevmiştim... Bu ev ve o Antakya halkı tarafından çok iyi bilinirdi. Çünkü Eski Antakya bölgesinde, Affan Mahallesi'nde bulunan bu mütevazı evde yetmişli yıllardan bu yana inanılmaz bir hadise yaşanmaktaydı. Evin yaşlı sahibi Pedro Ketremizgil amcanın herkes tarafından çok sevilen eşi vefat ettiği gün, evin salonunda bulunan ve hayli zaman önce Suriye'den, bir doktor ahbapları tarafından hediye getirilen el işi ahşap ''Meryem ve bebek İsa'' ikonasından damlalar halinde bir sıvı dökülmeye başlamıştı. Bunu önce farketmeyen ev halkı zeytinyağına benzeyen bu sıvı ikonadan yere akmaya başladığında durumu görmüş, ikonanın bulunduğu ahşap dolap, duvarın arkası ve çevresi yoklandığı halde yağın kaynağı bulunamamıştı. Yağın akışı durmayınca o zamanki din adamlarının fikrine başvurulmuş, önce bu ev halkının bir plânı olarak düşünülüp epey dedikodu edilmişse de kısa sürede bu işin içinde onların parmağı olmadığı anlaşılarak hayretlere garkolunmuştu! Daha sonra kendi kameramla röportaj yaptığım Pedro Amca yağın kaynağının bulunabilmesi ve ailesi üzerindeki şüphelerin giderilmesi için o vakitler zeminin kazılmasına bile izin verdiğini, buna rağmen kimsenin olaya açıklık getirememiş olduğunu anlatmıştı. Evin kutsal eşyalarından biri olan ve Antakya'da pekçok evde benzerleri bulunan bu ahşap ikona işte ilk o zamanlar ziyaretçi akınına uğramaya başlamış, gözleri görmeyen, eli-ayağı tutmayan, devasız bilinen dertleri olan yüzlerce insan Kuyulu Çıkmazı 7 numaradaki eve doluşmuş, giderek artan bu ilgi zaman zaman ev halkının rahatsızlığına bile sebep olmuştu. Ancak ne kadar rahatsız olurlarsa olsunlar, mucize saydıkları bu durumu görmek ve ibadet edip dilekte bulunmak için evlerine gelenlere hiçbir zaman kapılarını kapatmamışlardı. Zaman içinde ikonadan akan uçuk sarı renkteki yağ damlaya damlaya bir yol oluşturmuş ve ahşap dolabın raptedildiği yorgun duvarın çatlaklarından sızarak bitişik odanın kapısının ardında birikmeye başlamıştı. Kendisi de Ortodoks bir din adamı olan Pedro Amca yağın biriktiği yere büyük pamuk parçaları tıkayarak yerlere akmasını ve üzerine basılmasını engellemeye çalışmış, giderek bu yağ emmiş pamuk parçaları ziyarete gelenlerin en çok talep ettiği şey olmuştu. Çünkü bu yağ hastalıkları iyileştiriyor, yaraları geçiriyor, bazı körlerin gözü açılıyor, kimi felçliler yürümeye başlıyor, dertlerine tıbben çare bulunamamış insanların sakatlıkları düzeliyordu! Pedro Amca'nın evi artık her dinden, her inançtan ve pekçok farklı milliyetten insanların akın ettiği, adeta kutsal bir yerdi. Bu olayın bilimsel bir açıklaması bulunamadığından Hz.Meryem'in mucizelerinden biri olarak kabûl edilmiş, yağın tahlili neticesinde bitkisel özlü olduğu intibaı veren hayli düşük asitli bir yağ olduğu ortaya çıkmış ve bu sebeple evsahibi yaşlı adam her Cumartesi saat 18.00'de, ikonanın önünde toplanan cemaatle bir saygı ayini düzenleyip yönetmekle görevlendirilmişti...

Benim ''Pedruşka'' diye seslendiğim ve daha sonraki görevlerimde de muhakkak ziyaretine gidip elini öptüğüm Pedro Ketremizgil amcam Antakya'nın tarih kitabı gibiydi. Arapçayla karışık zor anlaşılan Türkçesiyle bana kahve falları bakar, küçük oğlu İlyas, gelini ya da komşularından biri falı bana tercüme ederdi. Ne vakit ziyaretine gitsem Antakya'lıların ''bahur'' dediği özel tütsülerden yakar ve bakır tütsülüğü başımın üzerinde dolandırarak nazarları, kem gözleri benden uzak tutmak için dualar mırıldanırdı. Ağrıyan yerlerime sürmem için kutsal yağla ıslanmış pamukları ufak naylon torbalara koyar, yağa batırdığı işaret parmağıyla da mutlaka alnımın ortasına bir daire çizerdi. Bu yağ çok enteresan bir şekilde cilt tarafından derhal emilir, birkaç dakika içinde yağdan eser kalmaz, sanki uçup giderdi. Sandal ağacına benzer hoş bir kokusu olan bu yağın şiddetli başağrılarımı geçirdiğine, sivrisinek ısırıkları ve kedi tırmıklarıyla örselenmiş cildimi iyileştirdiğine kaç defa tanık olduğumdan nedenini-niçinini tartışmaya hiç gerek görmeden her ziyaretimde birkaç torba yağlı pamuk alır, bununla dalga geçmeyeceğini bildiğim, inançlara saygılı eşime-dostuma dağıtırdım... O bütün Antakya'nın ''Ammo Pedro *''suydu, aramızdaki 50 seneyi aşkın yaş farkına rağmen de benim sevgili ''Pedruşka''mdı, en son kansere yakalandığımı duyduğunda aramış ve üzgün, titrek sesiyle ''çok üzüldüm ama geçecek, iyileşeceksin, korkma'' diyerek içimi ısıtmıştı. Bayramlarda, özel günlerde araşıp konuşurduk. Neden sonra, bundan bir hafta kadar önce gördüğüm bir rûya üzerine sabah uyanır uyanmaz elimde kalan son pamuk parçasını içine yerleştirdiğim cam kavanozu yokladım, aradan geçen zamana rağmen hâlâ ıslak ve taze olduğunu görerek saygıyla kokladım. Daha sonra da Meteoroloji'deki işime giderken, yoldan büyük oğlu, Antakya'nın çok meşhur humus ve baklacısı İbrahim Usta'yı aradım ve...



* Ammo/Amca (Bildiğimiz ''emmi''nin yöresel söylenişi)



Hiç yorum yok: