JellyPages.com

Pazartesi, Haziran 23, 2014


Sözün burasında bir delikanlı elindeki tepsiyle odaya girdi, şerbet dolu bardakları sırayla ikram etti. Bu tatlı serinliği yudumlarken karşılamaya hazırlandığımız Ramazan ayı geldi aklıma ve benzer bedenî ibadetlerin Süryanî topluluğunda da olup olmadığını sordum. ‘’Elbette var’’ dedi ruhanî Gabriel, ‘’ bizde perhiz ve perhizli oruçlar vardır. Perhizlerde sadece yalnızca sebze yeriz, zeytinyağı kullanırız, hayvanî hiçbir şey yemeyiz. Süt, peynir, yoğurt ve yumurta dahi yenmez bu dönemde. Hz. Meryem’in intikal bayramında 5 gün, Hz. İsa’nın elçileri anısına 3 gün, ayrıca her Çarşamba ve Cuma günü perhiz vardır. 3 gün boyunca hiçbir şey yemeden ve içmeden uyguladığımız Nihova orucumuz var, ayrıca Mart ve Nisan aylarında 50 gün boyunca perhizli oruç tutarız. Yani; hayvanî hiçbir şey yememekle birlikte gece yarısından ertesi gün öğlene kadar da bir şey yemeyiz ve içmeyiz. Müslümanlıktaki oruç ibadetinin amacıyla aynıdır bizimki de, bedeni ruha karşı zayıf tutarak ruhu güçlendirmek içindir. Çünkü beden geçici, ruh ise ebedîdir…’’

‘’Peki ya ölüm’’ dedim, kısa bir suskunluktan sonra ‘’biz ölümü intikal olarak görürüz’’ diyerek cevap verdi. ‘’ Azizlerimizi andığımız günler de doğum değil, ebedî hayata geçiş anlamına gelen ölüm günleridir. Ölüm son değil ki, tekrar dirileceğiz, yargılanacağız ve yaşarken yaptıklarımızdan ötürü cezalandırılacak ya da mükâfatlandırılacağız…’’ Aramızda inanç biçimi olarak farklar olsa da, sonuçta inandıklarımızın aynı şeyler olduğunu gayet açık ifade eden bu sözlerinden sonra arkasına yaslandı, ‘’ ölmüşlerimizin ardından 3., 15., 40. günlerinde ve birinci senelerinde yemek sofralarında bir araya geliriz, kabirleri başında özel yapılmış bir ekmek dağıtırız, hatıralarına saygı ile dualar ederiz ama her zaman ölümün son değil, aslında başlangıç olduğuna inanırız. Ölüm ruhun özgürlüğe kavuşmasıdır, beden hapishanesinden kurtularak sonsuzluğa kanat açmasıdır…’’ Sözünü tamamladığı sırada duvardaki çok eski saat çalmaya başladı, saatime baktım, duvardaki saatle benim saatim birbirini tutmuyordu. Dedim ya, bu şehrin sınırları içine girdiğiniz andan itibaren başka bir zaman boyutuna geçiyordunuz, ışığın suda kırılması gibi Mardin’de de zaman kırılıyor, sizi bulunduğunuz andan alıp başka boyutlara uçuruyordu. Geniş pencerelerden akşamla giderek kızıllaşan medeniyetler toprağı Mezopotamya ovası görünüyordu, lacivert gökyüzünde yıldızlar çakmaya başlamıştı. Yerimden kalktım, duvarda yan yana asılı duran eski fotoğraflara baktım. Çoğunda sandalyeler üzerinde oturan, siyah cübbeli ruhanîler görülüyordu, birinde ise yüz kısımları bulanık gri bir gölgeye dönüşmüş, zamanın acımasız silgisi bu fotoğraftaki çoktan ebedîyete intikal etmiş olan din adamlarının simalarınının üzerinden geçip gitmişti. Çok etkilendiğim bu fotoğraf ne yazık ki camlı bir çerçeve içindeydi, fotoğraf makinem yansıma yapmadan çekemezdi, sadece video ile kaydedebildim. Mardin’in geçmiş günlerinden zamanımıza kalan birçok fotoğraf vardı duvarlarda, hemen hepsi tek kopya idi, belki de böyle olması gerekiyordu. Her şeyin bu denli kolay kopyalanıp çoğaltıldığı taklitlerle dolu modern zamanımız içinde bu fotoğrafların asılı oldukları duvarda kalabilecekleri kadar kalmaları belki de daha iyiydi, kimbilir?...

Hiç yorum yok: