Madrid'deki otelimin az sayıdaki tek kişilik odalarından birinde kaldığımı, Avrupa kentlerindeki otellerin tek kişilik odalarının genellikle ortalama bir banyo büyüklüğünde olduğunu ve asla otelin ön cephesine bakmadığını, buna rağmen penceremdeki sardunyalar ve pencerenin açıldığı ufak avludaki çini havuzumla hayatımdan gayet memnun olduğumu, sabahları ilk olarak sardunyalara ''buenos dias'' dediğimi ve onları suladığımı, gene de bu pencereden içeri atlayan bir kediyi düşleyerek hüzünlendiğimi,
Kalmakta olduğum ''Hotel Puerta de Toledo''nun bu fotoğrafta, arka plânda görülen otel olduğunu, üç yıldızlı ortalama bir otel olmasına rağmen son derece temiz, sessiz ve 2004 çevre ödülünün sahibi olduğunu, arada duyulan siren seslerinin kaynağını merak ettiğimde otelin tam karşısındaki itfaiye merkezini neden sonra farkettiğimi, ayrıca etrafı keşfetmek üzere çıktığım şavullama yürüyüşlerden birinde ''vay be, ne güzel bina, adamlar ne harika yerlerde oturuyor kardeşim!'' dediğim ve konut zannettiğim binanın aslında bir hastane olduğunu sonradan anladığımı, hastanelerle aramda öteden beri hastalıklı bir sevgi bağı (!) olduğunu böylece bir kez daha kavradığımı,
Kaldığım ''Puerta de Toledo'' bölgesinin ''Toledo Kapısı'' anlamına geldiğini ve şehrin birkaç eski kapısından biri olup adını da aha bu eski yapıdan/kapıdan almış olduğunu, özellikle geceleri muhteşem göründüğünü, çektiğim bu fotoğrafı benim bile beğendiğimi,
Dinî yapılara her zaman meraklı olduğumdan etraftaki bütün katedral, kilise ve benzeri yerleri tek tek ziyaret ettiğimi, bu geceki keşfimde bulduğum ve şu anda restorasyon geçirmekte olan '' San Francisco el Grande'' bazilikasının henüz çiçeğe durmuş badem ağaçları arasından karşıma çıkıp bu hoş ışıklandırmasıyla beni büyülediğini, üstelik bir de gökyüzünde incecik yeniay bulunduğunu, biraz sert havaya rağmen bahçesinde dikilip aval aval, dakikalarca bu görüntüyü seyrettiğimi, Ayrıca; bugün otelime hayli yakın olan ve sadece Pazar günleri kurulan meşhur bitpazarı ''El Rastro''ya bodoslama daldığımı, antika sayılabilecek türlü ıvır-zıvırı üç otuz paraya aldığımı, Ankara'da pek bulamadığım hakiki Hint tütsülerinin bolluğu karşısında şaşırdığımı, fotoğraf çekmeyi çok istememe rağmen, bu pazarın çeşitliliği ve kalabalıklığı kadar yankesicileri ile de meşhur olduğunu bildiğimden göğüs göğüse ve santim santim ilerleme koşulları altında çantamı kollamaktan fotoğraf çekme imkânı bulamadığımı, ........................................................................
Madrid'de fecî bir şalvar salgını olduğunu, yaşlı-genç herkesin ayağına şalvarı geçirip sokağa fırladığını, düşük bel blue-jeandan çok daha fazla şalvarlı hatun olduğunu, dudağa piercing takmanın da en az bir o kadar moda olduğunu, ayrıca ben kalın montla gezerken bazı sütun bacaklı İspanyol gençkızların mini şort ve mantar topuk, açık terlikle dolaştığını,
..........................................................................................
Ben millete yol soracak durumda iken, beklediğim her durakta yerli halktan birilerinin gelip bana yol ya da otobüs sorduğunu, aslında sarsak bir yabancı gezgin olmama rağmen herhalde bir tarafımın hayli İspanyol göründüğüne böylece karar verdiğimi ve buna için için sevindiğimi, Madrid'de her yaya geçidinde sesli/ışıklı sinyalizasyon sistemi bulunduğunu, kırmızı ışığa bütün yaya ve sürücülerin kesinlikle riayet ettiğini, kimsenin ''geçerim la ben!'' köylü uyanıklığı ile yollara atlayıp kazaya sebep olmadığını,
.......................................................................................
İspanya'da neredeyse su kadar tercih edilen içeceğin bira olduğunu, AB ülkelerindeki ciddî yasaklara rağmen milletin manyak gibi sigara içtiğini, ayaküstü bira içilip ''tapas'' denen mezelerle çimlenilen mekânlarda sigara izmariti, peçete vb. şeylerin direkt yere atılmasının son derece normal bulunduğunu, içki ve sigara satışında +18 kuralı olmasına karşın bunu pek kimsenin takmadığını,
....................................................................................
Vejetaryen olmanın İspanya'da bile karın doyurmaya ciddî bir engel teşkil ettiğini, kapı kapı dolaştığım restoran/cafe vb. yerlerde ''ben vejetaryenim de, bana göre bişey var mı Allah rızası için'' dediğimde herkesin bana adeta acıyarak baktığını ve derhal sebze-meyve satılan dükkânları tarif ettiğini, sabahları otelde paso yoğurt, meyve ve biraz tahıl ezmesi ile kahvaltı edip siyah zeytin, beyaz peynir ve yumurtayı şimdiden özlediğimi,
..............................................................................................
Blogger sayfasının dilini otomatikman bulunulan ülkenin diline çevirdiğini, dolayısı ile bu yazıyı İspanyolca düzeneğe göre sayfama eklediğimi, otelde kablosuz internet hizmetinin ücretsiz oluşuna fena halde sevindiğimi ve burada bile internet üzerinden Meteorolojinin Sesi Radyosu'nu dinleyerek bizim çocuklara gene rahat vermediğimi, bu durumda ''alışmış kudurmuştan beterdir!'' sözünü doğruladığımı ve bu yüzden kendime kızdığımı,
............................................................................................
Madrid sokaklarında sahipleri tarafından dolaştırılan yüzlerce köpeğe hayranlıkla baktığımı, Madrid Barajas Havaalanı'nda bile milletin rahatlıkla köpekleri ile dolaşabildiğini, ortalıkta Allah için bir tek çöp kedisi ve dahî başıboş hayvan göremediğimi, zaten Madrid şehrinin resmî/tarihî sembolünün de üzeri meyve dolu bir ağacı sallayan tombul ayıcık olduğunu, memleketimde halen hayvanlara yapılan akıl almaz eziyetleri düşündükçe yüreğimin burada daha beter sızladığını, hayvan hakları adına protesto edilecek yegâne şeyin boğa güreşleri olduğu ve hayvanı ile dolaşmanın değil, neredeyse hayvansız dolaşmanın tuhaf kaçtığı bir ülkede nefes almanın bu mücadele içinde yıllarını ve sağlığını harcamış biri olarak bünyeme sanki ağır geldiğini, bu sebeple ''gitmek'' ve ''kalmak'' kavramları üzerinde şu sıralar daha derin düşünmekte olduğumu,
BİLİYOR MUYDUNUZ?..
Ülkemizin başkentinin sembolü bu olsaydı eğer, kopacak dangalakça cayırtıları, çıkartılacak rezillikleri, küfür-kıyameti hayâl edebiliyor musunuz? İşte adam olmak böyle birşey; tabiata, tarihe, geleneğe ve yaradılışın tümüne saygıyı koruyabilmek yani, bin yıllık Eti güneş kursunu kaldırıp, yerine saçma-sapan, ne idüğü belirsiz bir sembol koymakla olmuyor bu iş bayanlar-baylar, daha kaç fırın dolusu ekmek yemek lâzım, bırakalım artık onu da başkaları düşünsün! Bak sinirim oynadı gene durup dururken, bu kadar yeter, yatıyorum ben!..