JellyPages.com

Cumartesi, Eylül 28, 2013

La fenõmeno de nariz-vol.2/ Burun olayı-2. bölüm...

Evet, kaldığımız yerden devam edelim. Odaya alındıktan sonraki kendine gelme sürecini kopuk kopuk hatırlıyorum. Doktorlarımın ameliyat sonrası ziyaretleri de aynı şekilde, biraz puslu. Telefonlar çalıyor, sevgili gecea yanıtlayarak durumu bildiriyor, bir taraftan da beni konuşturmaya çalışıyor, tansiyon ölçmek ve tampon değiştirmek için hemşirelerimiz sık sık geliyor ve pencereden görebildiğim kadarıyla kar tipi halinde yağmaya devam ediyordu. Kendine gelme sürecinin hızlandığını gösteren bir belirtiydi ki; ağrım olduğunu söyledim, hemşiremiz gelerek ilk ağrı kesici enjeksiyonu yaptı. Bu aşamada yüzüm henüz trafik kazasından çıkmış gibi değildi. Sadece kan kaybı ve narkozdan dolayı oldukça soluk olduğunu, bir de sol göz altında hafif bir morluk bulunduğunu fotoğraflardan görebiliyorum. Ama dediğim gibi; asıl olay bundan sonra başlıyordu ve her geçen saat yüzümdeki değişiklikler artacak, şişme ve morarmalar beni kısa zamanda tanınmaz hale getirecekti. Bu ''rinoplasti'' ameliyatlarında doğal bir süreç, korkup endişe edecek birşey değil, görüntü beter, evet ama zaten bunun olacağı baştan biliniyor, o nedenle biz de hazırlıklıydık ve fazla şaşırmadık...


Artık telefonda konuşabilecek duruma gelmiştim. Fazla ağrı hissi yoktu ancak burun deliklerimi tamamen kapatan iç tamponlardan ötürü burnumdan soluk alabilmem imkânsızdı. Ağzımdan soluk alıp verdiğim için ağız kuruluğu problemi vardı ve bu ertesi gün öğle saatlerine kadar sürmek zorundaydı. Ameliyatın üzerinden altı-yedi saat geçmeden hastaya yiyecek birşey verilmiyor, azar azar su içebiliyorsunuz. Ameliyat sırasında burun arka boşluğundan genize, oradan da istemsiz olarak mideye akan kan nedeniyle bulantı hissi de olağan. Bende de aynı durum gözlendi, bu süreci ''kan kusup kızılcık şerbeti içtim demek'' nitelemesi ile kısa geçeceğim çünkü görüntü olarak ta, his olarak ta hoş bir durum değil. Ayrıca; kusma refleksi burnu da zorladığından kanama tamponları geçecek ve çenenizden damlayacak kadar çoğalıyor, hemen müdahale edildi ve durum kontrol altına alındı...


Kar altındaki İstanbul'a yavaş yavaş akşam iniyor ve bizim için ''en uzun gece'' başlıyordu. Akşam saatlerinde ılık bir çorba ve gayet hafif bir kompostodan oluşan ''hasta mönüsü'' verildi, açlık hissetmediğim halde yedim çünkü gerekliydi. Tuvalete giderek aynada yüzüme baktım, gördüğüm yüz artık benim değildi tabii. Bu arada; şişme ve morarmayı kontrol altında tutabilmek için sürekli buz torbası kompresi uygulamak gerekiyordu, sabaha dek onar dakika süre ile buz kompresine devam edecektik. Buzdolabımıza da teşekkür borçlu olduğumuzu söylemem gerek:) Sevgili gecea ile sohbet ederek, zaman zaman uykuya dalıp tansiyon ve ateş ölçmek için gelindiğinde uyanarak ve elbette sıkıntım artarak sürüyordu ''en uzun gece''... Sabaha az kaldığını sanarak uyandığım bir ara gecea odanın ışıklarını söndürmüş, pencere önündeki aydınlıkta kitap okuyordu. Saati sordum, henüz 01.25 olduğunu söyledi, sabaha çok vardı daha. Kalkıp biraz dolaştım, sıkıntı hissini aralamak için pencereyi açıp sevgili gecea'nın muhalefetine rağmen başımı azıcık dışarı çıkararak karlı ve ayaz havayı yüzümde duydum. Derin derin nefes alabilmek şimdilik bana uzaktı. Necip Fazıl ustanın ''ne hasta bekler sabahı...'' diye başlayan şiirini hatırladık, tasavvuf üzerine konuştuk, kedi çocuklarımızın kulaklarını çınlattık, geceyarısından sabaha nöbetinde olan sevgili F.D. ile telefonda konuştuk gene de zamanın akışını hızlandırabildik diyemem. Bu ''en uzun gece'' kısa uyku molaları ve arada bastıran ''boğuluyorum'' hissi ile bölüne bölüne nihayet sabaha ulaştı. Kar biz hastaneye adım attığımızdan beri hiç ara vermeden yağmaya devam etmişti, sabahın erken saatlerinde de yoğunluğu sürüyordu...


Kahvaltı geldi, ameliyattan sonra ilk kez çay içtim. Sabah vizitesi için görevli doktor ve hemşireler gelerek rutin kontrolleri yaptılar. Artık Doç.Dr.Sn. Yahya Güldiken'in gelmesini bekleyecektik. Burun içi tamponları o çekecek ve taburcu olup olmayacağıma karar verecekti. Beklerken ikimiz de biraz dalmışız, oldukça sıkıntılı ve uzun bir geceden sonra uykumuz da sabaha ertelenmişti çünkü. Öğleye doğru sevgili doktorumuz geldi, gecea'dan dışarı çıkmasını rica etti ve ameliyatın ağrı verici son kısmı olan ''burun içi tamponlar'' çabucak çekilerek çıkarıldı. Nefes alabildim mi diye merak edenler varsa hemen cevap vereyim; hayır çünkü henüz travma altındaki şiş dokular nefes kanallarını kapatmaya devam ediyordu ve tamponlar çekilince doğal olarak küçük bir kanama da başlamıştı. Burun altı tampon değiştirildi ve Sn.Güldiken bir-iki saat daha hastanede kalmamızın uygun olacağını söyledi. Burnun üzerindeki atel (alçı) ise zaten bir hafta sonra çıkarılacaktı. Şu ana kadarki seyir normaldi, ameliyat başarılı geçmişti...


Bu bir-iki saatlik zaman diliminde ziyaretçilerimizi kabûl ettik. Önce sevgili Taha Akçakaya, sonra Sabahattin Kahraman, ardından da Süha Uner geldiler. Sevgili Sabahattin bizi her zamanki gibi güldürdü, bu arada odayı toparladık, ben üzerimi değiştirdim. Bir yandan da sürekli çalan telefonları cevapladım. Bu zorlu süreçte fikren yanımda olan tüm sevgili dostlarıma teşekkür ederim, eksik olmasınlar.


Sevgili gecea ise yanımdan hiç ayrılmayarak adım adım her aşamayı benimle birlikte yaşadı, fotoğrafladı, zaman defterine kaydetti. O'nun hakkını asla ödeyemem ve hep derim ki ''o olmasaydı'' diye başlayan bir cümle kurabilmem mümkün değildir, olmayacaktır da...


Doktorumuzun ''artık çıkabilirsiniz'' demesi üzerine son hazırlıklarımızı yapıp, rapor ve reçetemizi de aldık ve hastaneden ayrıldık. Son derece profesyonel tutumları ve ilgileri için Özel Ataköy Hastanesi personeline ve elbette değerli doktorlarım Doç.Dr.Sn. İsmet Aslan ve Doç.Dr.Sn. Yahya Güldiken'e çok teşekkür ederim. Kötü hava koşullarında hiç sorun yaşamadan ulaşımımızı organize eden sevgili Kadri Özdener'e, yakın ilgisi için sevgili Adnan Baycar'a ve bu zorlu süreci sıkıntısız atlatmamızda en büyük emeğin sahibi olan, benim için çok değerli ve müstesna özel bir insana ne kadar teşekkür etsem az. Allah varlıklarından mahrum bırakmasın diyorum...


İlaçlarımı da alıp eve döndük. Yoğun kar yağışı nedeniyle sitemiz kara gömülmüş, alt avludaki bahçe şemsiyesi karın ağırlığıyla çökmüş, bütün bitkiler karın altında kalmıştı. Beni oldukça değişmiş halde gören kedi çocuklar tedirgin olarak koltukların altına saklandılar:) Bir süre sonra bu yeni halime alıştılar ve sevinç gösterileri başladı. Çok şükür bu ''burun olayı''nı da atlatmış ve hayırlısı ile evimize dönmüştük...

Evdeki ilk gece yüzüm iyice şişti ve her iki gözüm de kapandı. Birkaç sıkıntılı geceden sonra şimdi artık vaziyet normale dönmeye başladı, morluklar giderek azalıyor, şişlikler düzelme yolunda. Kanama ve sızıntılar tamamen durdu. İlaçlarımı kullanmaya devam ediyorum. Alçımın çıkarılacağı ve derin derin nefes alabileceğim günün gelmesini sabır ve tevekkülle bekliyorum. Eğer ''deviasyon'' sorununuz tespit edilmiş ve ameliyat olmanız gerektiği belirtilmişse lûtfen bunu kulak ardı etmeyin, üzerinde durun, ilerleyen yaşlarda sorunun da sizinle birlikte büyüyeceğini ve ameliyatın daha güçleşeceğini unutmayın. Gerçi; benimki bir ''revizyon'' operasyonu idi, ilk ameliyatım değildi ama artık ''son'' olacağına inanıyorum inşallah. Yaşamak için ''nefes''e ihtiyacımız var, nefes için de ''burun'' lâzım kuşkusuz. Bu nedenle; yüzünüzün ortasında yer alan bu çok özel organa dikkat edin, ona saygı duyun, varlığını yalnızca bir sorunla karşılaştığınızda hatırlamayın derim. ''Dar ağızlı bir şişe içinde yapılan ameliyat'' olarak nitelendirilen ''rinoplasti'' hem hasta, hem de doktor için oldukça zor ama sağlık için gerekiyorsa korkup kaçmak anlamsız. ''Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi'' kelâmının altını çizerek herkese sağlıklı günler, ferah nefesler diliyorum...

Hiç yorum yok: